Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Mittwoch, 29. Juni 2005

Öğretilmiş Çaresizlik

Şükran Kurdakul ve Can Yücel’in güzel anısına.

Gittiğimiz her alanda onlarla karşılaşırız. Bir adları da “Eski Tüfek”tir.
Yüzlerinde yılların bilge çizgileri, kalpleri hep çocuk.
Heyecanları kıpır kıpırdır. Duyguları hep gençtir. Kavgada inatçılıkları baş kaldırır yorgun dizlerine.
Sol yumrukları havaya inançlarının onuruyla dikilir.

Kollarından serum şişelerini çıkarıp, yanlarında ilaç torbasıyla yer alırlar en ön saflarda.
Dizleri yorgunluktan titrese de başları dik yürürler yürüyüş kollarında.
Gözlerinin ışığı yıllara meydan okuyarak daha bir parlar, kol kola yürümenin mutluluğu içinde.
Ömürlerinden yılgınlığın Y si geçmemiştir onların. Yüzlerinde onurlu bir yaşamın güzelliği çarpar gözlerinize.
Güneşin bunaltıcı sıcağından, yağmurun bardaktan boşalırcasına hızından, rüzgârın savuran hoyratından kaçan
genç yaşlıların arkasından gülümseyerek bakarlar. Onlar olur en son terk eden alanları.
Ne işkence yıldırmıştır onları, ne sürgün, ne ölümler.
Yüreklerinde leş kargalarının açtığı yaralara inat, inadına dikilmişlerdir karşılarına birer gurur abidesi olarak.

“Gül atıp vurduğunu yâd etmek bize düşer

Soyulmuşa gömleğini ver zeze

Bir de Karadeniz’in dalgalarını

Vur sırtıma düşlerini yol eyle

Onlar başımın tacıdır gülün rengine bürünmüş

Sevda bir yanık sayfadır biçimler bizi

Saçlarım acıyor zeze.”

Ama birer birer çıkıp gidiyorlar işte dünyamızdan.
Yüreğimizde yaşasalar da yanımız öksüz ve yoksul, yoksun kalıyor alanlarda.
Gözlerimiz onları arıyor sürekli. Yaşaran gözlerimizde ölümün çaresizliği ile gülümsüyoruz güzel anılarına.
Anıları giriyor kollarımıza başları dik, yürekleri inançlı, ayak izlerinin düştüğü her alanda.
İşte yine yüreğimde bir özlem yangınıyla, anılar titreşiyor göz pınarlarımda. Sırtına dokunuyor ellerim Can Babanın.
Heybetli başını kaldırıp dikiyor gözlerime gülümseyerek. “Can baba kalk seni daha güvenilir yere götüreyim.
Burası güvenilir değil:” Şaşırıyor söylediklerime. Belki de hissettirmeden bir öfke yokluyor yüreğini.
En güvenilir yere güvensiz dediğim için.
Çünkü o çocuklarının, dostlarının arasındadır yakasında bir mayıs karanfili. Etrafını tarıyor kıvançlı bakışlarla.
Bütün yumruklar havada. Yüz binler coşkuyla bir mayısı kutsuyor Kadıköy Meydanı’nda.
Eminim ki aklından şu dizelerini geçiyor.

“Ne kadar çok elimiz varmış meğer!/ Ilkin, senin elinle tutuşan benimki / Sonra çocuklarınki /
Gençlerinki / Tekel Işçilerininki / Sonra, ellerin elleri.../ Ne kadar çok elimiz oldu, baksana, /
Tutuşa tutuşa / Bir orman yangını gibi.”

İnsanların aralarında öfkeli yüzler beliriyor. Telaşlanıyorum.“Kalk Can Baba burası birazdan karışacak.
Seni buradan götürmeliyim.” Oturduğu yerde elimi avuçlarının içine alıyor usulca.
“Bunlar bana bir şey yapmaz” diyor gür sesiyle. Sonra ellerimin titrediğini hissetmiş olacak ki
“Ne oldu sana böyle” diyerek ellerimi sıkıyor sıcacık.
“Can Baba yine yapacaklarını yaptılar” diyorum kulağına eğilerek. “Çocuklarımızı öldürdüler Can Baba.
Biri kucağımda can verdi.
Tam kalbinin üzerindeydi kurşun deliği!” Gözlerine acının bıçak gibi saplandığını görüyorum!
“Ne zaman? Nerede?” diye soruyor telaşla.
“Biraz önce” diyorum. “Beş dakika önce. Henüz haber ulaşmamış ön saflara. Hala çatışma devam ediyor.
Çocuklarımız kurşunlara taşla karşı koymaya çalışıyorlar. Ne olur kalk.
Ayakların altında ezile bilirsin Can Baba. Arkadaşları kucaklarında ölenlerin öfkesi büyük olur.
İncitirler seni bu kargaşada. Bilmeden incitirler.”

Bir sigara yakıp doğruluyor yerinden. Sigarasını yaktığı o zaman süresi bana ne kadar uzun geliyor anlatamam.
Koluna girip çıkarıyorum kalabalıktan. Hiç konuşmuyoruz.
Yutkunuyoruz yüreğimize damlayan kanla. Kendimce güvenilir bir yer bulup oturtuyorum Can Babayı.
Doğrulup Can Babanın az önce oturduğu yere bakıyorum.
“Katiller hesap verecek” sloganı eşliğinde kürsüye doğru pet şişeleri uçuşuyor o noktadan.
Derin bir soluk almadan kürsüye takılıyor gözlerim.
“Aman tanrım” diye inliyorum. Hangi hız süresi içinde karar verdiğimi bilmiyorum.
Kürsüye doğru koşmaya başladığımı hatırlıyorum var olan son gücümle. Can Baba’nın şaşkın bakışları arkamda.
İnsanları ite kaka kürsüye varıyorum. Bir kaç kişi kürsüyü sallayarak devirmeye çalışıyor.
“Yapmayın” diye bağırıyorum “Şükran Kurdakul kürsünün üzerinde.”
O gürültü içinde sesimi duyurabildiğimi sanmıyorum.
Nasıl başardım bilmiyorum ama Şükran ağabeyimi kürsünün üzerinden adeta zorla aşağıya indiriyorum. O an…

Yüzünde ki telaş bana şu dizelerini hatırlatıyor.

“Uykulardan sıçradığım her gece / Kuşku, doğasına yürüdü gerçeğimin./
Ya senin gözlerindeki ışık sönmüşse, / Ya damarlarımdaki
kan donmuşsa benim /Ya da yangın sonrası bir orman / Gibi ıssız ve hüznüne alışık.../
Ölümün rengine sözcükler arıyorsa şimdi / Ülkesi ağıdistana dönmüş bir ozan”

Şükran ağabey de Can baba gibi çocuklarımızın katledişinden habersizdi. Ne insanların sendika başkanlarına yönelen öfkesine, ne benim yapışkan ısrarıma anlam verebilmişti. Birkaç dakika sonra kürsü yıkılmış sendika başkanları oldukça zor anlar yaşamıştı. İnsanlar sendika başkanlarının yaşanan olaya karşı duyarsız kaldıklarını düşünerek, öfkelerini kürsüye yöneltmişlerdi. Şükran ağabey benim telaşımın nedenini öğrenip, kürsünün yerle bir edildiğini görünce oldukça duygulanmış, kolunu boynuma atmıştı. Başımı göğsüne dayamıştım onur abidesinin. Kulağının dibinde acıya boğulmuş sesimle “Gencecikti Şükran ağabey, gencecikti. Yarasına dokundum biliyor musun? Kalbinin üzerindeydi kurşun deliği…” Birbirimize sarılıp birlikte ağlıyoruz.

İki gün önce Haydarpaşa İstasyonunun önündeydik yine. Değerlerimizi, tarihimizi, anılarımızı yok etme niyetlerine karşı *“hayır” diyoruz. Haydarpaşa ilk denizi, martıları, vapurları gördüğüm yerdir. Acaba hatırlıyor mu? Martı çığlıkları ve vapur düdükleri arasında on dört yaşında bir genç kızın kendine verdiği sözü. Topkapı sarayına, galata kulesi ve köprüsüne bakarak gülümsüyorum. Verilen sözün tutulmasının o dingin huzuru içinde. İçimde çaresizliği öğretenlere karşı, yenilmemenin gururu.

Sayımız mı kaçtı?

Her zamanki çokluktaydık işte. Geçip gidiyordu insanlar yanımızdan vapurlar, trenler dolusu. Bu ülkeden değillerdi sanki. Anlamsız bir boşlukla bakıp geçiyorlardı yüzümüze. Öğretilmiş çaresizliğin, çaresizliği yüreklerinde.

Biliyorduk göz ucu bakışlarla neler düşündüklerini. “Hayır dediniz de ne oldu şu ana kadar. Ne kazandınız yıkımdan başka. Ölümün ağrısından başka ne kaldı elinizde. Sürgünden, işkenceden, cezaevlerinden başka ne? Kırımların acısından başka ne kaldı? Neden riske edelim rahatımızı? Ölümü, zulmü, acıyı tadalım.”

Farkında değillerdi elbet. Belki hiç farkında olmayacaklar yargısız infazların, toplu kıyımların, F tipi cezaevlerinin, sürgünlerin, idamların, baskıların nedeninin farkında olmayacaklar. Onlara çaresizliği öğretmek için yapıldığının, hiç bilincine varamayacaklar.

Yıllardır yaşatılan acımasız baskılar, yıllardır şunu söyleyip öğretiyordu uzaktan bakıp geçenlerin, dilini, yüreğini, umudunu, kimliğini yutanların kulağına.

“Bunların aralarına karışırsanız bunlar gibi olursunuz. Ya cezaevlerini boylarsınız, ya işkencelerden geçersiniz, ya da öldürülürsünüz. Oturun oturduğunuz yerde. Bulduğunuzla yetinin. Bizim sunduğumuzdan fazlasını istemeyene biz dokunmayız. Biz ne kadar diliyorsak o kadar özgür olacaksınız. Verdiğimizle yetinenler, yetinmeyenlerin çektiği acıyı çekmezler.

Biz hangi yaşamı layık görmüşsek size onu yaşayacaksınız. Yoksa…”

Elektriğe çarptırılan hayvanlar gibi eğitmişlerdi bizi. Elektrik verilmiş kapıdan geçirilen hayvan bir daha öldürsen o kapıdan geçmez çünkü. Elektrik olsa da olmasa da bir daha o kapıya asla yaklaşmaz. Öğretilmiş çaresizlik içinde, döner durur tıkıldığı yerde.

Suna Aras

Montag, 27. Juni 2005

...

kazim20koyuncu-dekupe

mu959930oa548_125

Samstag, 25. Juni 2005

Kazım Koyuncu'yu kaybettik!..

Karadenizli müzisyen Kazım Koyuncu (33), uzun süredir kanser tedavisi gördüğü Amerikan Hastanesi'nde hayatını kaybetti. Kazım Koyuncu için yarın, 27 Haziran'da yapılması planlanan ve Koyuncu'nun da adının geçtiği ''Hey Gidi Karadeniz'' konserinin gerçekleştirileceği Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda tören düzenlenecek.



Gideyim mutlu etmedi bu dünya beni
bulacak mıyım acaba bir yer
ağrısız
içine yatacağım bir toprak...

(Kazım Koyuncu'nun bir şarkı sözünden...)

Aşkın ve doğanın Lazca'sı

Bayhan GÜLERHAN

Kazım Koyuncu, Artvin-Hopalı. 1993'te "Dünyanın ilk Laz rock grubu"nu kurdu. Lazca şarkıların yer aldığı "Viya" adlı albümü geçtiğimiz yıl çıksa da son günlerde büyük ilgi görüyor. Çünkü Koyuncu, tv dizisi "Gülbeyaz"ın müziğinin de bestecesi. Viya, Karadeniz dalgalarında yüzükoyun aletsiz sörf yapmak demek. Koyuncu, anadili Lazca'da ilerlemesini polise borçlu. Üniversite yıllarında siyasi şubede sorgulanıyor. Sorgucu, "Gel seninle Lazca konuşalım, daha iyi anlaşırız" diyor.

Kazım Koyuncu, "Şarkılarımda bütün Karadeniz türkülerinde olduğu gibi aşk ve doğa teması var" dese de hemşehrisi müzisyenlerden farklı. Şarkılarında halkına, gözleri yaşararak sitem ediyor. "Benim bölgemin insanı kendini unuttu. Çocukluğumda yaşadığım güzellikler artık Karadeniz'de yok. İnsanların taş binalarda oturmasından, yaşam tarzlarından mutsuzum. Burası öyle bir bölge ki dağlarının yeşilini göremezseniz, denizini koklayamazsanız orada yaşamanın bir anlamı yoktur." Koyuncu'ya göre Karadeniz'de doğup da bir kez olsun viya yapmayan çocuk yok. Kendisi de viya yapmış, üstelik yüzme bilmeden. Şimdiki çocukların, Karadeniz'e çile olmuş sahilyolu projesi yüzünden denizde kayamamasına kahroluyor. "Sahilyolu projesi bizim kültürümüze, coğrafyamıza, ekolojik zenginliğimize bir saldırıydı. Raylı sistem yapılabilirdi mesela. Ben bütün bu kızgınlıklarımı bir tek şarkıya döktüm. Nisan ayında çıkaracağım albüme bu parçayı da koydum." Kazım Koyuncu bizi kırmadı ve bestesini bizim için çalıp söyledi. Bu parça Karadenizliler'e horon teptirecek ve teptirirken düşündürecek, biraz da üzecek.

Karadeniz müziği az

Kazım Koyuncu, rock müziğine Pink Floyd'la başlamış. "Hayatım boyunca rockçı'lık ve devrimcilik neyi gerektiriyorsa ona göre yaşadım" diyor. Her türlü etnik müziğe ilgi duyuyor. "Kızılderili ve Afgan otantik ezgilerini çok beğeniyorum. Kürt türkülerini de severim. Kendi yapabileceğim etnik müzik Lazca olduğu için, kendimi ona yoğunlaştırdım." Karadeniz türküleri söylüyorum diyenlerin kullandıkları ritimleri, şarkı söyleme biçimlerini beğenmiyor. Koyuncu, isim vermekten kaçınıyor. "Bugün Karadeniz türküleri söylüyorum deyip de bunu beceremeyen insanları suçlamıyorum. Belki ticari gerekçelerle biraz daha farklı yapmak istiyorlar. BirolTopaloğlu yüzde yüz Laz müziği yapan kişidir. Volkan Konak ve Fuat Saka da müziğimizi doğru yapan kişilerdir. Fakat diğerleri kötü yorumluyor. Davut Güloğlu'nun Nurcanım isimli parçası bence harika. Ama Karadeniz'e ait bir tek o şarkı var. Küba'ya gidip sadece onu mu söyleyecek?"

Laz isyan etmez

Laz vatandaşlarımız çoğunlukla Hopa, Pazar, Arhavi, Fındıklı ve Ardeşen'de yaşıyorlar. Kazım Koyuncu'yla Taksim'de yürürken Laz kültürü hakkında da konuştuk. Ona, son zamanlarda Karadeniz'de çoğalan Lazca tabelalardan ve bazı internet sitelerinden duyduğum kaygılarımı anlattım. Genç müzisyen bu tasalarımın yersiz olduğunu düşünüyor. "Her şeyden önce Lazlar vatanseverdir. Dışarıdan gelecek tahriklere pabuç bırakmazlar. Bireycidirler, topluluk halinde hareket edemezler. Evleri birbirine uzak, dış dünyayla fazla iletişim kurmadan yaşarlar." Lazlarda kadının çok önemli bir yeri olduğunu söyleyen Koyuncu, bunu, çocukluğundan bir örnekle anlatıyor. "Laz kadınını düşününce aklıma rahmetli babannem gelir. O tam bir Laz kadınıydı. Çok güçlüydü ve ailede her zaman karar yetkisi vardı. Tulumun sesini duydu mu yumuşar, sanki kadınlığını hatırlardı. Lazcada ev "Oxohori" demek. Bu kelime, kadın anlamına gelen "oxho"dan türemiştir."




Hüzünlü horon

Laz türküsünün hem ezgisiyle hem de enstrümanıyla Karadeniz türküsünden ayrılan tarafları var. Mesela Karadeniz'in kemençesi, Lazlarda Çemani oluveriyor. Tonları kemençeden farklı olan Çemani, ebat olarak daha büyük. Türkülerinin konusu hep doğa ve kadın. Tabiata duyulan sevgi, paganlıktan onlara miras aslında. Laz türkülerini Anadolu türkülerinden ayıran en önemli fark da tulumla, çemaniyle Lazca dinlediğiniz bir şarkıyı ritmin yavaşlığında hüzünlü bir parça sanabiliriz. Oysa bu şarkıyı bir kadın her gün bol süt veren ineğine söylüyor olabilir. Aynı şekilde tempolu, horonlar tepilen bir beste, bir sel felaketinden bahsedebilir.

Sol duyu

Şarkılarını "etnik üstü az modern" diye tanımlayan Kazım Koyuncu'nun son sözü savaş üstüne oluyor. "Ben hayatımı iç ve dış savaşlara karşı, devrimci bir motifle ördüm. Türk insanında her zaman varolduğuna inandığım bir sol duyu var. Bu yüzden de Türkiye'de bölünme sorunu olduğuna inanmıyorum. Bu millet, ırkı ne olursa olsun her zaman komşusunu sevmiş, korumuş. Dara geldiği zaman hep dayanışma içine girmiş. Elimde olsaydı sınırları kaldırırdım".

Bilgisayar destekli

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden siyasi nedenlerle ayrıldığını söyleyen Koyuncu, 1992'de bir arkadaşıyla önce "Dinmeyen" isimli rock grubunu kurmuş. Lazca müzik yapmak için bu gruptan ayrılmış. Rock'tan kopamamış ve Laz etnik müziğini rock tabanlı yorumlamaya başlamış. 2001 yılında ise ilk solo albümü "Viya" ile rock müziğinden farklı bir haz almak isteyen herkesin huzurunda.

Üç arkadaşıyla 1993'te ilk Laz rock grubu Zuğaşi Berepe'yi (Denizin Çocukları) kuran Kazım Koyuncu'nun çocukluğu, "Üstadım" dediği Yaşar Turna'nın kucağında türkü dinleyerek geçmiş. Yeni çalışmalarında bilgisayar destekli otantik çalgıların ağırlıkta olacağını söylüyor. Koyuncu, tulumla basabildiği beş notayı bu yolla 10'a çıkarmayı hedefliyor. Genç müzisyen, tıpkı rock konserlerinde elektro gitar sololarını, bu kez tulumla yapacak. "Biz rock'çı olmayı hak ettik" diyen Koyuncu, Che Guevara için "Ernesto" adlı bir şarkı bestelemiş.

Montag, 20. Juni 2005

Yuh yani

nude-pray

Freitag, 17. Juni 2005

Askin böylesi

Anadolunun köylerinden birinde bir imam varmış.Gel zaman git zaman köyün güzel kızlarından Ayşe'ye tutulmuş.Hemde ne tutulma..Ayşe'de zamanla bizim imama aşık olmuş ve de bunlar evlenmeye karar vermişler.Bizim imam köyün büyüklerine bu konuyu açmış.Onlarda
- "Sakın ha asla böyle bir şeye kalkışma,çünkü Ayşe'nin babası aşırı derecede solcudur sana asla kızını vermez"
demişler.İmam kesinlikle kafasına koymuş bir kere,gitmiş kızı istemiş.Babasıda doğal olarak hiddetle
- "Benim sana verecek kızım yok"
diye bağırmış ve imamı evden kovmuş.Ertesi sabah bizim imam ezan için minareye çıkmış çok üzgün bir şekilde şöyle seslenmiş
- "Şimdiki ezanımı sevipte kavuşamayanlar için okuyorum"

Montag, 13. Juni 2005

O Yahudi

Hans birgün eve gelmiş ve ailesi yemek masasındayken
- Ben bir karar aldım ve Salomon'la evlenmeye karar
verdim. Bunu duyan aile şaşkınlık içinde ve hep bir ağızdan
- Ne ?! Ama o bir yahudi ?!

Cevapların soruları

Anayasa referandumları sathı mailine giren AB'deki dramatik gelişmeler nedeniyle, mamlekette de Türkiye'nin AB'ye üye olmasına "hayır" diyenler dört köşe, "havet" diyenler "zaten böyle olacağı belliydi" rehavetinde. "Evet" diyenler ise daha çook yorulacaklar, bin dereden su getirmek kolay iş değil.

Kendi adıma Havetçiler ile Evetçiler arasında bir yerdeydim. Bu yüzden fanatik Evetçiler beni utangaç hayırcı olmakla suçluyordu. Havetçiler, adı üstünde zaten, bunların fanatiği olmaz ama, yine burun kıvırıyorlardı, dengeyi bozduğum "orta yol"dan azıcık saptığım için, Hayırcılar ise, tabii ki "AB işbirlikçisi bir Evetçi" olarak mührü üzerime basıp ipimi çoktan çekmişlerdi.

Kimseyi önyargıyla suçlamaya gerek yok; herkes akla yatkın cevaplar peşinde. Evet-hayır türünden ve türevinden cevaplar tatmin edici olmadığında, soruları yeniden sormak belki daha doğru bir cevap şeklidir.

Soru 1: "Ama bu hakikaten devrim!" başlıklı yazımı çöpe mi atmalıyım? Elbette hayır! (Bakın yeri geldiğinde hayır demeyi ben de bilirmişim!) Dediklerimin tamamen arkasındayım. Ama "devrim" derken, şu AB bahsinde, salatalığı görünce eline tuzluğu kapıp koşacak kadar da saftirik değildim. Tartışmaya, AB oryantalizmine vurgu yapan, onun emperyalist boyutunu ihmal etmeyen bir noktadan girmiştim zaten. Kısaca, "qualified yes" yani şartlı evet çizgisini önermiştim.

Soru 2: Şaptan şeker olur mu? Elbette olmaz! Sermayenin reçetelerinden emekçilerin derdine deva ilaç çıkmaz. Burjuva demokrasisi de asla emekçilerin nihai hedefi olamaz...

Türkiye'de burjuvazi AB eliyle gerdeğe girmiş, KENDİ demokratik programını tamamlamıştır. Üstelik bu program henüz "de jure" (kağıt üzerinde) bir anlama sahiptir.

Ve bu da Avrupa'daki benzerlerinden çok farklı şekilde tepeden, yani devlet eliyle; dışarıdan, yani AB eliyle kotarılmıştır. Sol bir düzlemde tartışılan ise, bir başka Türkiye için aşağıdan gelen, iç dinamiklere dayalı toplumsal bir değişimdir.

Türkiye'nin emekten yana dinamikleri ile aynı hedefe sahip Avrupa'nın emekten yana dinamikleri, küreselleşen dünyada neo liberalizme karşı mücadelede, ortak iç dinamikler haline gelme imkanıyla karşı karşıyadır.

Bir başka Türkiye kurma çabasıyla bir başka Avrupa çabası bir anlamda iç içe geçmiştir.

Öyleyse Nuray Mert'in geçenlerde sorduğu şu soru, bütün solculardan bir cevap beklemektedir: "İş dönüp dolaşıp, bizim eski 'Tek ülkede sosyalizm mümkün mü' tartışmasına benzer bir, 'Tek ülkede veya kıtada demokrasi mümkün mü'ye dönmeyecek midir?"

Soru 3: Türkiye modernleşme tarihinde hakikaten bir dönüm noktası olan 6 Ekim (ya da 17 Aralık) seviyesinden geriye gidilmesi iyi midir kötü müdür? Elbette kötüdür! Böyle bir çaba kesinlikle restorasyon olarak kabul edilmelidir. Türkiye'de sol kesime düşen "de jure" haldeki normları şimdi "de facto" (fiili) hale getirmek, toplumsallaştırmak, altına imza atılan Kopenhag siyasi kriterlerini kalıcı kılmaktır.

Soru 4: Peki AB üyesi bir ülkede yaşamak mı, yoksa ŞİMDİKİ gibi bir Türkiye'de yaşamak mı yeğdir? Bunun cevabını aslında, elçilik kapılarında vize bekleyenler zaten vermektedir.

Şimdi herhangi bir AB ülkesi ile Türkiye'yi kıyaslayın, hangisinde yaşamak istersiniz?

Bu denli basit, gündelik ve hayata dair bir tercihtir söz konusu olan. Bir AB ülkesinde yaşayınca başınız elbette göğe ermez, ama insanoğlunun meşrebinde vardır, nisbi de olsa refah ister.

Gecekonduda yaşarken apartmana taşınmayı arzular, apartmanda otururken villaya imrenir. Söylenen bundan ibarettir. Nihai çözümün başka bir Türkiye ve başka bir Avrupa olduğu bilindiğinde, bazen başka bir Avrupa için mücadele başka bir Türkiye için mücadeleyi kolaylaştırır, bazen de ikincisi...

Soru 5: Asıl derdimiz üzüm yemek midir, bağcıyı dövmek midir? Üzüm yiyebilmek için, bağımızı gasp edenlerle hesaplaşmak kaçınılmaz. Burjuva demokrasilerinin tarihinin özeti budur. İşte size en son çarpıcı örnek:

Yeni TCK'ye sermayenin Avrupası karşı çıkmaz, bizimle birlikte sadece Emeğin Avrupası karşı çıkar. Çünkü onca 'demokratikleşiyoruz' tantanası arasında şu yeni TCK tam da AB müktesebatına uyum sağlamak amacıyla hazırlanmıştır.

Yani özgürlükler, insan hakları falan tamam da, işte burjuvazi demokrasisi yani AB standartlarına uygun bir burjuva demokrasisi, ne menem bir yeşdir, yeni TCK şeklinde ortaya konulmuştur. Demek ki neymiş?

"Hak verilmez alınır" sözünü asla unutmamak lazım.

Soru 6: "Du bakali" (Dur bakalım) Bu sorunun ait olduğu fıkrayı bilmeyenlerin de bununla ne kastedildiğini bir bileninden mutlaka öğrenmesi lazım.

Melih Pekdemir

Freitag, 3. Juni 2005

İstenmeye gelen kızlar neden kahve yaparlar?

Bu damada verilen bir mesajdır ve yer yer çok çeşitlilik gösterir. İşte bu kahve sunma geleneği ile damada verilmek istenen mesajlardan örnekler: "Benimle evlenirsen sana geceleri uyku yok. Önden söyleyeyim de sonra kıçını devirip yatma. Enerjini topla, uyuma!" "Bu sana yapıp yapacağım son kahve. Doya doya iç. Evlendikten sonra sen yapacaksın ben içicem. Hele bir köpüklü olmasın, anyayı konyayı göstericem..." "Bi fincan kahvenin 40 yıl hatırı var. Bu durumda evliliğimizin ilk 40 yılı için benden fazla bi şey bekleme. İşine gelirse..." "Balayında Brezilya'ya gidiyoruz. Ona göre." "Köpük sandığın şey aslında köpük değil. Fincanın içine tükürdüm. Evlenirsek dediğim dediktir. Tükürdüğümü yalamam. Üstelik sana da böyle içiririm..."

Dienstag, 31. Mai 2005

Kadın

Yosunlar tutmuş kaldırımın kenarı
Artık yeter diyor sana kadın
Yıllar yılı çiğnedin durdun
Beklediğine değdi mi kadın

Sevda rüzgarında kırılmış dalın
Umutların terk etmiş seni kadın
Yarını öylesine gömmüşsün mazine
Veda mektubuydu sanaki ilk aşkın

Yeşil elbisene gül takma solar
Bakarsın kara bahtın bir anda dolar
Ela gözlerine kim baksa donar
Üzüntü ellerine çöktü mü kadın

Söz – Müzik: Ali Osman Erbaşı

Gücüm yetene kadar

Güneş burada da var
Ta ki batana kadar
Yıldızlar yine parlar
Şafak atana kadar

Bilsen şimdi nerdeyim
Çılgın gecelerdeyim
Uzun bir seferdeyim
Gücüm yetene kadar

Gonca güllerim vardı
Burcu burcu kokardı
Rengi soldu sarardı
Sevip tutana kadar

Bir yağmur ki dinmiyor
Fener söndü yanmıyor
Yüreğim dayanmıyor
Hasret bitene kadar

Söz: Dursun Ali Akınet

Fark

'Hayatta en önemli şey kazançlarınızı kullanmak değildir. Bunu herkes yapar. Asıl önemli olan kayıplarımızdan kazanç sağlamamızdır. Bu zekâ gerektirir; akıllı insanlarla aptal insanlar arasındaki fark budur.'
William Bolith

Montag, 30. Mai 2005

Az gittik uz gittik bir şiir boyu yol gittik

Haberin başlığı şöyleydi: Demirel "Nazım Hikmet vatan şairi olamaz" dedi. Süleyman Demirel şöyle devam ediyordu: "Biz vatan şairi olarak Namık Kemal'i biliriz, kendi oğlunu Türkiye Komünist Partisi'ne emanet etmiş Nazım Hikmet, vatan şairi olamaz. Turnusol kağıdı diye bir şey vardır. Eğer birisi çıkıp Nazım Hikmet vatan şairi diyorsa, işte o turnusol kağıdına asittir. Bu gibi sapıkların Türk cemiyetinde yeri yoktur."

Tarih 11 Temmuz 1967 idi... Demirel, Başbakan idi... Tarih 26 Mayıs 2005... Demirel, şimdi bu demecini okuduğunda, acaba nasıl tepki verirdi? Milas ilçesinde Nazım Hikmet'in "Vatan Haini" şiirini okuyan 17 yaşındaki gence reva görülen muamele, hep birlikte ayıplandı ama yadırganmadı. Çünkü burası Türkiye idi ve "olur böyle vakalar Türk polisi yakalar" idi... Tıpkı yine 1967 yılında sokak lambasına kırmızı kağıt takıp gitar çalan gencin komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanmasında olduğu gibi. Çünkü devir soğuk savaş devriydi... Muhbir vatandaşlar Bahar sigara paketlerini tersine çevirip bakar ve Mao portresi tespit ederdi; ve dahi "kızılcıklar oldu mu selelere doldu mu" türküsünü söylemek de her babayiğidin harcı olamazdı. Şaka değil, bu türkü için soruşturma açılması şartlar mucibince elzemdi... Haa, bir de münferit vakalar vardı. Mesela sistematik hukuk ihlalleri, işkence uygulamaları ayyuka çıktığında, devlet ricali hemen demeç verirdi: Münferit vakadır, Türkiye bir demokrasi ve hukuk devletidir... Efendim, şimdi 21. yüzyıldayız ya, aradan şunca zaman geçmiş, devran değişmiş ya, Başbakan da 1967 modelinden farklı konuşmuş: "Ben de şiir mağduruyum" demiş; yüreğimize su serpmiş, Milas'taki hadise bir münferit vaka imiş. Cemil Çiçek efendi Ermeni konferansına dair bir laf etmiş, ortalık birbirine girmiş; yine neyse ki Başbakan "Cemil Çiçek aslında hükümet sözcüsü ama bu konuda kişisel görüş beyan etmiş" filan demiş. Peki bu memlekette kim kimi bağlar; sadece ayakkabı bağı mı bağlar? Yoksa Cemil Çiçek de mi bir münferit vaka! Bu memlekette "münferit vaka" lafı münferit olmaktan çıktığında, tecrübeye binaen biliriz ki başımız hakikaten beladadır.

Bu "münferit" denilen hadiseler yüzünden asırlardır paranoyak bir toplum olarak yaşarız. Özgüven Emlak tarafından satılan evde mutlaka bir katakulli olduğunu biliriz. İtimat Turizm ile seyahat ederken, elimiz yüreğimizdedir, ne zaman kaza olacak diye... Her kim ki karşımıza geçip "ben namusum için yaşarım" der; gocunduğu bir şey var herifin diye bıyık altından güleriz... Başbakan da son günlerde, özgürlük ve demokrasi konusunda demeç üzerine demeç veriyor. Son olarak, "Düşünce hürriyetinden korkmayalım... Bırakın herkesin ne söylediğini görelim... Demokrasiye yapılan yatırım semeresini vermeye başladı" demiş. Ne zaman demiş? Eğitim Sen hakkında kapatma kararı alınmış; yeni TCY Meclis'te kabul edilmiş; Ermeni Konferansı iptal edilmiş; 17 yaşındaki genç şiir okuduğu için derdest edilmiş...

Kıssadan hisse: Tepeden ve dışarıdan devrim ancak böyle olur, efendiler! Kaşıkla verip sapıyla çıkarırlar. El eliyle gerdeğe girmek yerine, bu halk kendi düğününü derneğini yapana dek de bu "münferit" işler münferit olmamaya devam eder. Neyse ki Eğitim Sen'liler hakkında gizli örgüt, terör örgütü kurmak suçundan dava açılmadı; neyse ki Ermeni konferansı iptal edildi yoksa Madımak Oteli'nde olduğu üzere bütün hepsini cayır cayır yakabilirlerdi; neyse ki Milas'taki 17 yaşındaki gence okuduğu şiir yüzünden işkence edilmedi, hapislerde süründürülmedi; bunlara da şükür dersek eğer... Ne olur? Valla hiçbir şey olmaz... Böyle gelmiş böyle gider... Netekim.


30.5.2005

melihpekdemir@birgun.net

Sonntag, 29. Mai 2005

Türkiye nereye?

Benim de söyleyecek sözüm var!

Durun bakalım; kavga daha yeni başlıyor.
1950 model bir kaymakam çıkıp Nâzım okudu diye 17'lik öğrenciyi ihbar ediyor.
1930 model bir bakan çıkıp kendisinden farklı düşünenleri "hainlikle" suçluyor.
Eğitim-Sen, tüzüğünde ana dilde eğitimi savundu diye kapatılıyor.
Askere gitmeyi reddeden Mehmet Tarhan'ın, tıkıldığı Sivas askeri cezaevinde günlerdir dayak yediği haberleri geliyor.
Yasalardan teker teker ayıklanan örümcek kafa, gündelik hayattan ağlarını söktürmemek için direniyor.
* * *
Bunlar alıştığımız şeyler. Ama bir yandan da alışmadığımız şeyler oluyor:
Şiir duydu mu karakola koşan kaymakam, başta Başbakan olmak üzere herkesin tepkisini çekiyor.
Farklı görüş sahiplerini "hıyanet"le suçlayan bakana kendi Meclis Başkanı bile demokrasi dersi veriyor.
Bir günde 11 üniversiteden 153 akademisyen protesto metni imzalıyor.
Uzak bir koğuşta Mehmet Tarhan'ın uzun saçlarını yolan koğuşdaşlarının zulmü, anında tüm kıtada duyuluyor; dünyanın öbür ucundan ses geliyor.
Eğitim-Sen'in kapatılma kararında tam bir "hâkimler savaşı" yaşanıyor. Yargıtay'ın 1982 Anayasası'na dayalı kapatma kararına, yerel mahkeme "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"yle direniyor.
"Böyle gelmiş böyle gider"cilerle "Artık yeter"ciler arasındaki ip çekme yarışı bu...
Evrensel hukuku hiçe sayarak hükmetmeye alışmış kafa, kendi iktidarını da silip süpürecek değişim rüzgârını durdurmaya çalışıyor.
Ama rüzgârın gücü karşısında boş bir varil gibi devriliyor.
Bunca gümbürtü ondan...
* * *
Şuna hazır olalım:
Belki 10-15 yıl sürecek zorlu bir döneme giriyoruz.
"17'lik bir velet, koca kaymakamın karşısında nasıl izinsiz şiir okurmuş" diyegelen zihniyet, adalet terazisinde makamın 5 paralık değeri olmadığını fark edecek.
Adalet'in bakanları, farklı görüşe tahammülü öğrenecek.
Yargıçlar, evrensel aklın ürettiği insanlık sözleşmesinin,
askeri darbe ürünü anayasadan daha üstün olduğunu kabul edecek.
Türkiye, kutsal saydığı askerliği reddeden, nüfus cüzdanına dini inanç yazılmasına muhalefet eden, ana dilde eğitim görme hakkını teslim eden, tarihinin sevimsiz ayrıntılarını dillendirenlerle yüzleşecek.
Bunca yıl, dünyaya sırtını dönüp evrensel hukuku yok sayarak yasaklar ve tabularla hükmünü sürdürenler, egemenliklerini yitirmemek için kuytularda daha çok bıçaklar çekecek.
Herkes için "hain" yaftaları dikilecek.
Kör milliyetçi hezeyan büyüyecek.
AB desteği aşağılara düşecek.
Değişime ayak direyen totaliter sistem, bünyesine demokrasi virüsünün girmesiyle ateşlenecek, güçsüzleştikçe öfkelenecek.
Kopenhag kriterleriyle, çoğulcu demokrasiyle, insan haklarıyla, evrensel hukukla tanışan her coğrafyada böyle oldu bu...
Uygar insanlık âleminin geçtiği o dikenli patikadan şimdi biz geçeceğiz, elimiz yüzümüz yara bere içinde...
Yasakçı kaymakamlar, dar kafalı bakanlar, hukuk tanımaz hukukçular gençliğimize, ömrümüze el koydu. Ama çocuklarımızı onların eline bırakmayacağız.
Türkiye iyiye gidecek.
Değişim rüzgârının tozu dumanı bunlar...

can.dundar@e-kolay.net

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren
development