Şişli Alanı'ndan Zincirlikuyu Mezarlığı'na doğru eller üzerinde bir cenaze taşınıyordu. 20 yıl önceydi. 20'siydi eylülün ve bu cenaze töreni aynı zamanda 12 Eylül'den sonra yapılan en kalabalık gösteriydi.
İşte o gün eller üzerinde taşınan, çiçeklerler giydirilmiş tabutta yatan; bu coğrafyada yaşanan acılı hayatların, devleti yönetenlerin muhalif bir sanatçıya karşı ne denli acımasız olduklarının, bir sazla bir sesten ne kadar korktuklarının da bir simgesidir. İşte bu yüzden de mezarının başında konuşan Aziz Nesin "Çorak yönetimlerin çölünde akıp gitti" diyecekti.
Van'da doğmuştu 1912 yılında. Adı Mehmet'ti. O tarihte, oralarda doğan birçok çocuk gibi annesini, babasını hiç bilmedi. Kendi anlatımıyla "Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biri"ydi. 'Savaş artığı'ydı yani.
Adana'da yoksul bir aileye verildi çok küçük yaşta. Amcası ve yengesi bildi verildiği aileyi. Çobanlık yaptı yanlarında. Ama daha fazla dayanamadı 'üvey evlat muamelesi'ne. Çektiklerini gören bir komşunun yardımıyla 10 yaşında öksüz yurdu Dar-ül Etyam'a yerleştirildi.
Kendine 'kibar' isim aldı
Yeni bir hayat başlamıştı Mehmet için. Önce çocukluğunu keşfetti: "Oyun denen şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım."
Sesinin güzelliği burada da keşfedilmişti. Türküler, marşlar söyletiyorlardı. Öksüzler yurdundaki birinci yılında müzik öğretmeni Mehmet Tahir yurda bir keman aldırtıp Mehmet'i kemana başlattı. Böylece klasik müzikle tanışmış oldu.
Dördüncü sınıftayken Ankara'da Müzik Öğretmen Okulu kurulur. Yurtlardaki müziğe yetenekli, sesi güzel çocukların sınava yollanması istenir. Sınava girer ve kazanır ama sırasını beşinci sınıfta olan ve sınavı kazanamadığı için ortalıkta kalma tehlikesi yaşayan bir arkadaşına verir. Seneye gidecektir müzik okuluna.
Bir yıl sonra girdiği sınavı yine kazanır Mehmet. Kayıt için dosyaları Ankara'ya gönderilir ama dönemin Savunma Bakanı Recep Peker'den öksüz yurtlarına bir talimat gelir; 'Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek'tir.
Ama o mutlaka müzik okuluna gitmek istemektedir. "Göz muaynesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama, sağlam olduğuma karar verdiler. O ara isimlerimizden dolayı küçümsendiğimizin farkına vardık. 'Kibar' isimlerimizle İstanbul'a, Halıcıoğlu Askeri Lisesi'ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim."
Aklı fikri Müzik Öğretmen Okulu'na gitmektedir. Sonunda sahte kimlikle okuldan kaçarak Ankara'ya gider. Dönüşünde hapse atılır. Sonunda doktorlara yalvararak çürüğe çıkmayı başarır. Öksüzler yurduna geri gönderilir.
Arkadaşlarının aralarında topladığı parayla Ankara'ya giderek, otel odalarında, bir arkadaşından ödünç aldığı kemanla günlerce çalışarak girer sınava ve sonunda Müzik Öğretmen Okulu'nu kazanır. İlk yıl başarılı olduğu için, ikinci yıl yatılı okumayı hak eder. O yıl tek hece olduğu ve kolay okunduğu için 'Su' soyadını alır ve adı Mehmet Ruhi Su olur.
Müzik Öğretmen Okulu'nda, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası'na seçilir.
Konservatuvarın Opera Bölümü öğrenciliğini sürdürürken bir hocası keman çalışmasının ses tellerine zarar vereceğini, sesinin zayıf çıkacağını söyleyerek bir tercih yapmasını ister. Bunun üzerine kemanı bırakmak zorunda kalır Ruhi Su.
1936 yılında Devlet Konservatuvarı'nda opera sanatçısı olarak çalışmaya başlar. Bu serüveni 1952 yılına dek sürecektir.
Bu arada radyoda da 'Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor' anonsuyla sunulan bir radyo programı yapmaya başlar. Büyük ilgi görür programı. Daha sonra cezaevinde evleneceği Sıdıka Su, kendisinden önce sesini tanımıştır Ruhi Su'nun.
"Ruhi o zamanlar radyoda türkü söylerdi. Tanışmıyoruz tabii. 15 günde bir, pazar sabahları saat 10'da, ailece toplanırdık radyonun başına Annem, Ruhi'nin sesini duyduğunda yemek yapıyorsa, önlüğünü çıkarıp, ellerini yıkayıp Ruhi'yi dinlemeye gelirdi. Müthiş bir saygı duyardı ona."
Radyodaki sesi "Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor" diye susturulur.
Cezaevinde evlendiler
1952'de opera binasından çıkarken Türkiye Komünist Partisi'ne üye olduğu gerekçesiyle gözaltına alınır. İstanbul'a götürülüp ünlü Sansaryan Han'da aylarca işkenceden geçirilir, tabutluklara konur. O sırada evlilik planları yaptığı felsefe öğrencisi Sıdıka Su da TKP üyeliğinden gözaltına alınıp İstanbul'a getirilmiştir. Aynı şeyleri yaşadıklarını beş ay sonra öğrenirler. Cezaevindeyken evlenirler. Beşer yıl hapse çarptırılmışlardır.
Yıllarca sazını alamaz eline. Arkadaşları paspas tahtasından bir saz yaparlar ona.
Arkasından sürgün yılları başlar. Sıdıka Su Ankara'ya, Ruhi Su da Konya'nın Çumra Kasabası'na yollanır 20 aylığına.
Üç ay sonra kendini eşinin sürgün yeri olan Ankara'ya naklettirmeyi başarır.
Bir dostları, Etimesgut'a iki kilometre uzaklıkta, bir tarlanın ortasında, elektriği ve suyu olmayan, kerpiçten yapılmış iki odalı bir işçi lojmanı verdi Su ailesine. Her sabah ve akşam iki kilometre yol yürüyerek jandarmaya imza atıyorlardı.
Ankara Emniyeti sahneye çıkarmamaya kararlıydı Ruhi Su'yu. Operaya da geri dönemiyordu. Eve ekmek götürebilmek için sırtında yük bile taşımıştı.
Sürgün cezası bitince Atıf Yılmaz'ın bir filmine müzik yaptı. Sonra da İstanbul'a giderek gazinolarda türkü söylemeye başladı. 60'larda Türkiye İşçi Partili yıllar, 12 Mart, ardından 12 Eylül... Hemen her iktidar döneminde yasaklamalarla karşılaşmıştı Ruhi Su. Tüm bunlara karşın evrensel müzikle Anadolu türkülerini buluşturmuş, yeni kuşaklara türküleri tanıtmış ve türkülerin bir başkaldırı aracı, muhalif bir silah olarak nasıl kullanılacağını açık biçimde göstermiştir. Yunus Emre'den Karacaoğlan'a, Köroğlu'ndan Pir Sultan Abdal'a, 'Zeybekler'den 'Semahlar'a kadar uzanmıştır sazının telleri. Nâzım Hikmet'in şiirini ilk besteleyen de odur.
Tedaviye izin çıkmadı
Su, ölümüne kadar 16 tane 45'lik plak, 11 uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra kurulan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla eşi Sıdıka Su ve oğlu Ilgın Su özel arşivlerdeki ses kayıtlarından yararlanarak plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. 12 Eylül ve uzantıları pasaport vermediği için tedavi olmaya gidemedi yurtdışına ve 20 Eylül 1985'te yaşama gözlerini yumdu. Ruhi Su'nun yaşamı devleti yönetenlerin muhalif bir sanatçıya dünyayı zindan etmek için neler yapabileceğini göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir. Ama hem de tüm baskılara, işkencelere, hapislere, sürgünlere karşın inandığı yolda sapmadan yürüyen bir insanın neler üretebileceğinin de göstergesidir. Yarın Ruhi Su'nun 20. ölüm yıldönümü. Mezarı başındaki törenle, vakfında düzenlenen geceyle anılacak. Yani biz tam 20 yıldır Su'susuz. Ama onun ezgili yüreği hâlâ atıyor!
19.9.2005
Celal Başlangıç
arasorbul - 19. Sep, 11:48
Malum, son bir haftadır “kitlelerin” ayranı kabardı, dört bir yanda linç girişimleri gırla gidiyor. Ama her daim böyle değildirler. “Kitleler Psikolojisi” kitabının yazarı Gustave le Bon 110 yıl önce şöyle diyordu: “Kitlelerin meyil ve muhabbeti hiçbir zaman iyi hükümdarlara değil, kendilerini şiddetle baskı altında bulunduran müstebitlere karşı olmuştur... Zayıf bir hükümete karşı ayaklanmaya her vakit hazır olan kitle, kuvvetli bir hükümet karşısında esir gibi eğilir.” (s. 59)
Bu tespitin doğru olup olmaması önemli değil; önemli olan 12 Eylülcüler'in iyi birer Gustave le Bon talebesi olması. Ve bugün 12 Eylül. Yani 25 yıl önce 12 Eylülcüler, darbe yaptılar, sağı etkinleştirdiler, solu etkisizleştirdiler, toplumu çürüttüler.
Bunun için insanlara ve topluma işkence yaptılar. Artık şunu herkes biliyor: İşkence ile korku ve dehşet toplumu yarattılar.
Bu da yetmedi, ideolojik işkence ile toplumun beynini yıkadılar ve bu şekilde sağı daha da etkinleştirdiler, solu daha da etkisizleştirdiler: “Kimlik Bitte” toplumu yarattılar.
19 yıl önce Cumhuriyet gazetesinin 18 Aralı k 1986 tarihli nüshasında, bir “haber” yer almıştı. “Kimlik Bitte” başlığıyla, birinci sayfada fotoğraflarla verilen bu haberde, Nazi üniformalı bazı kişilerin İstanbul’un göbeğinde, sokakta yürüyen vatandaşlara kimlik sorduğu, üst baş araması yaptığı ve kimsenin sesini çıkarmadığı; duvara dayanıp aranırken, “Siz kimsiniz? Ne hakla kimlik soruyorsunuz?” diye itiraz etmediği anlatılıyordu.
İstanbul’da sahnelenmekte olan “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” oyununun bilet kontrolünü de “Kimlik Bitte” (Kimlik lütfen) şaka sorusuyla yapan ve Nazi üniforması giyen tiyatro oyuncuları, sokaktaki insanların kendilerinden korkup kimlik göstermesi üzerine, “Bu kadarını beklemiyorduk” demişlerdi. Haberde şu sorulara cevap aranıyordu:
“Peki bu insanlar kimdi? Neden karşılarında kendilerine Almanca kimlik soran yabancı üniformalı şahıslara itirazsız kimlik gösteriyorlardı? Acaba bunu oyunun etkisiyle mi yapıyorlardı, yoksa başka nedenler de var mıydı?
Acaba oyun tiyatronun dışına İstiklal Caddesi'ne taşınsa, insanlar ne tepki verecekti? Kimliklerini yine itirazsız gösterecekler miydi?
Acaba bu oyuncular Sirkeci Garı’na girip bir düdük çalsa ve ‘herkes çöksün’ diye bağırsa insanlar çöker miydi?”
Celal Bilgili, Canan Yüksek, Haluk Zülfikar, Boran Kaya, Tanya Taşçıoğlu ve Arzu Bigat, Alman üniformalarını giyinmiş olarak İstiklal Caddesi'nde “genel arama tarama” ve “normal kontrol” yaptıkları sırada, Cumhuriyet muhabiri Tarık Ersoy da arananların verdikleri tepkileri ve gösterdikleri kimliklerinin dışındaki “kimlik”lerini de saptamaya çalışıyordu.
Örneğin, “kimlik bitte” isteği üzerine kimliğini itirazsız gösteren bir kişi, kendisine “Arkana hiç bakmadan koş” dendikten hemen sonra koşmaya başladığından, röportaj yapmak isteyen gazeteci tarafından güç bela yakalanabilmişti.
Yolda çevirdiği iri yarı beş erkek, yarı cüsselerindeki Canan Yüksek’in “Yüzünüzü duvara dönün ve ellerinizi havaya kaldırın” komutuna hiç itiraz etmemişlerdi.
Hepsinin rengi atmış, duvara dönmüş, içlerinden birisinin ellerini duvara dayayarak tereddüdünü yenmesi üzerine diğerleri de onu takip etmişti.
Belli ki kafalarında “Kim bu kadın?” sorusu, “Ne olur ne olmaz biz dediğini yapalım” açıklamasıyla çatışma halindeydi.
Elleri duvarda bir kaç saniye bekledikten sonra Canan Yüksek kimliklerini istemiş ve hepsi eksiksiz göstermişti.
Cumhuriyet muhabirinin “Neden kimliğinizi gösterdiniz?” sorusuna verdikleri yanıt basit ve hazindi:
“İstediler gösterdik...”
12 Eylül bir toplumu işte böyle kimliksizleştirdi.
Kimliksizleşen toplumun bireyleri, sürü oldular ve sürü kimliklerine, ilkel kimliklerine rücu ettiler; milliyetlerine, mezheplerine, hemşehriliklerine..
Bize de kala kala Nazım’ın şiirini okumak kaldı:
“Koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen/ ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye. / .../ Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, /—demeye de dilim varmıyor ama / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
Türkler'in ve Kürtler'in, milliyetçilerin, kimlik kavgası verdiğine hala inanalım mı dersiniz? “Bitte!”
12.9.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 16. Sep, 20:40
Siz hiç sessiz kaldınız mı?
Kalan birinden bahsedeceğim bugün:
Enver Karagöz, Artvin'de öğretmendi.
TÖB-DER'liydi.
Eşiyle birlikte eğitimci olarak çalışmış, bütün ilerici eylemlerde ön safta yer almıştı.
Sesi gürdü, edebiyata sevdalıydı.
Mitinglerde ilk o söz alır, heyecanla şiirler okur, kitleleri dalgalandırırdı.
12 Eylül'de 650 bin kişiyle birlikte o da- eşiyle birlikte gözaltına alındı. Gözetim yerine dönüştürülen Öğretmen Okulu'na götürüldü.
Orada ağır işkenceden geçirildi.
Kendinden geçip bayıldı.
Sonra ansızın boğazında büyük bir acıyla uyandı.
İşkencecileri, kaşığın sapıyla ağzını aralamış ve boğazından aşağı kaynar su boşaltmıştı.
Artık sesi yoktu.
* * *
Bu vahşette, bütün bir toplumun zorbalıkla suskunlaştırılmasının temsilini görüyorum ben...
Karagöz'ün anılarını belgeleyen İnsan Hakları Vakfı danışmanı Ülkü Özen hatırlattı:
Karagöz'ün işkencecileri ile Victor Jara'nınkiler ne kadar da birbirine benziyor.
Victor Jara Şililiydi.
O da üniversitede öğretmendi.
Aynı zamanda gitar çalıyordu. Ülkenin muhalif sesi olarak bilinen, bizim kuşağın efsane grubu İnti-İlimani'nin sanat danışmanıydı.
Victor Jara, 1973'ün 11 Eylül sabahı üniversitede bir konsere giderken, elinde gitarıyla gözaltına alındı.
Askerler darbeyle yönetime el koymuştu.
Jara da, silah zoruyla evlerinden alınıp başkent Santiago'daki stadyuma toplananların arasına kondu.
Beklerken, gitarını çıkarıp "Venseremos"u ("Kazanacağız") çalmaya başladı.
Şili sosyalistlerinin dillere destan marşıydı bu...
Az sonra sesler çoğaldı ve marş, stadyuma doldurulan 5 bin kişilik tutuklular korosu tarafından haykırarak söylenmeye başlandı.
Askerler "kışkırtıcı"yı bulmakta gecikmedi.
Jara götürülüp dövüldü.
Özellikle gitar çalan ellerini dipçikliyorlardı. Yetmeyince parmaklarını kırdılar. Buna rağmen ıslıkla marşı söylemeye devam eden Jara, ancak dili ve bilekleri kesilerek susturulabildi.
Ardından da kurşuna dizildi.
Geride kalan "sessizlik"te, Şili'de 35 bin muhalif öldürülecekti.
* * *
Gelelim bugüne:
Jara'nın grubu İnti-İlimani, müzikle muhalefetine sürgünde devam etti. Jara'nın anısını yaşatmayı sürdürdüler.
Ve önceki yıl 11 Eylül'de, Şili darbesinin 30. yıldönümünde, Victor Jara'nın öldürüldüğü stadyuma onun adı verildi.
Şili halkı orada hâlâ "Kazanacağız" marşını söylüyor.
Enver Karagöz mü?
Gırtlak kanseri oldu.
Yıllarca siyasi mülteci olarak yurtdışında yaşadı.
Şimdi Almanya'da...
Zor konuşuyor, ama yazılarıyla "ses vermeye" devam ediyor.
12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünde Artvin Öğretmen Okulu "Enver Karagöz" adını alacak mı?
Bilmiyorum.
Neden mi?
25 yıl önce bizim stadyumun çevresindeki alkış sesi, "Kazanacağız" marşını ve sesi kesilenlerin haykırışını bastırdığındandır belki...
O zamandan beri şiirsiz ve sessiziz.
Can Dündar
arasorbul - 13. Sep, 18:00
Temmuz ayında Van’ın Gevaş ilçesinde, önce bir koyun ardından da 1479 koyun uçurumdan aşağıya atlayınca, bu facia basında "koyunlar intihar etti" diye haber oldu; kısa süre sonra Bitlis’in Tatvan ilçesinde de koyun intiharları yaşandı. Demeye kalmadı; Ağustos ayında Hakkari’nin Durankaya beldesinde bu kez "dana intiharları" meydana geldi. Bu konuya takılmıştım; "sürü psikolojisi" ne menem bir şeydir kavrayabilmek için Gustave le Bon’un "Kitleler Psikolojisi" kitabına el attım ve aradığımı da 125. sayfada buldum:
"Tekrar tekrar aynı tarzda ortaya atılan iddialar, fikir cereyanı dediğimiz şeyi husule getirir ve o zaman sirayetin kudretli mekanizması işe karışır.
Fikirler, hisler, heyecanlar, inançlar kitleler üzerinden mikropların sirayeti kadar kudretli tesirlere maliktirler. Bu hadise bir sürü halinde bulundukları zaman hayvanlarda da görülebilir. ...Bir veya birkaç koyunun bir şeyden ürkmesi derhal öteki koyunları da ürkütür."
Tesadüf bu ya, aynı kitapta Mersin ve ardı ndan Trabzon’da meydana gelen olayların; yurdun çeşitli yerlerinde tekrar tekrar patlak veren linç girişimlerinin de "psikolojik" izahları yer alıyordu. Ama önce Gustave le Bon’dan söz edeyim.
Şahıs, 1841-1931 yılları arasında yaşamış bir Fransız sosyal psikolog; sözünü ettiğim kitabını da tam 110 yıl önce yayınlamı ş; ırkların üstünlüğüne dair başka çalışmaları da var.
Bizim "Türkçüler"den Nihal Atsız da bundan epey etkilenmiş. Ülkü Ocakları web sitesinde tavsiye edilen kitaplar arasında yer alıyor. Bedir Yayınevi de 1969 baskısına şöyle bir not düşmüş: "Sosyalizm mahiyeti gereği yakın bir gelecekte kitleleri saracak ve bu kitleler şuursuz bir halde oluk oluk kan akıtacaklar."
Sosyalizmin yayılması tehlikesine karşı kaleme alınmış bir kitap; belli ki faşizmin yayılmasına hizmet etmiş.
Yazarın analizlerinden "faşizme kitle tabanı yaratmak" bakımından yıllar önce Himmler’in ve sonra bizimkilerin yararlandığı aşikâr..."Kitleler" diye çevrilmiş ama aslında yazar "kalabalıklar"dan söz ediyor. Ve bu konuda, mefhumu muhalifinden solcuların da çıkaracağı epey ders var.
Birinci ders şudur: "İlim bize hakikati yahut, hiç olmazsa zekamızca anlaşılması mümkün münasebetleri öğretmeyi vaat etti. İlim bize hiçbir zaman ne sulh, ne saadet getireceğini vaat etmedi.
Hislerimize karşı pek büyük ve sarsılmaz bir kayıtsızlığı olan ilim, feryatlarımızı işitemez ve onun yıktığı hayalleri de hiçbir şey yerine getiremez.". (s. 25) Ama "bir şey" getiriyor işte! İdeolojiler insanların hislerine pek sıkı şekilde hitap ediyor; insanları n feryatlarını işitiyor ve insanların hayatını, bilimin "boş hayaller" dediği şeylerle dolduruyor.
Bu yüzden insanlar inanılır bir davaya, ideolojiye ihtiyaç duyuyorlar ve bu yüzden ideolojileri uğruna "canlı bomba" olmaya bile razılar; ve bu yüzden "kalabalıklar", şuursuzca siyasi linç olaylarına teşne haldeler.
İkinci ders şudur: "Kitle halinde bulunan ferdin başlıca hususiyetleri: Şuurlu şahsiyetin kaybolması, şuuraltı ile hareket eden şahsiyetin hakimiyeti, hislerin, fikirlerin sirayet yoluyla aynı istikamete yönelişi, telkin olunan fikirlerin hemen icrasına başlamak isteğidir." (s. 38)
İşte bu noktada, neden koyunların intihar ettiği, Mersin’de yaşanan bir olayın nasıl Trabzon’da tekrarlanabildiği anlaşılabiliyor: Telkin ve sirayet..
İsterseniz buna "ipnotize olmak" diyebilirsiniz. İnsanlar koyun değildir. İnsanlar, ideolojik telkinlere boyun eğmeye meyyaldir ve günümüzde televizyon kutuları karşısında pek kolay ipnotize edilirler; bunu biliyoruz. Gustave le Bon, bu işin ta pleblerden beri böyle olduğunu söylerken, biz de üçüncü dersimizi alıyoruz: "Kitleler yalnız hayalleriyle düşünebildiklerinden yine yalnı z hayalleri vasıtasıyla tesir altında bulundurulabilirler.. ...Vaktiyle Roma’nın plebleri (avam tabakası) için, ideal saadet ekmek ve tiyatrolar, her nevi seyir oyunları idi. Aradan bir çok devirler geçmesine rağmen böyle bir idealde pek az değişiklik olmuştur." (s. 72) Yazarın, "Halkın muhayyilesine en çok tesir eden manzara tiyatrodur," diye kurduğu cümlede, bugün "tiyatro" yerine "televizyon" kelimesini geçirmek yeterli değil mi?
5.9.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 6. Sep, 16:28
Bir varmış bir yokmuş. Memleketin birinde tesettürüne düşkün bir KRALİÇE yaşarmış. Dolapları, çeşit çeşit türbanlar, uzun kollu fistanlar, plajda giydiği haşemalar ile tıka basa doluymuş. Birgün (ki bunun gazetemizle alakası yok, yani günlerden bir gün) diyelim ki adı A mıydı yoksa B miydi olan bir ülkeden, hadi öyleyse diyelim ki AB denilen bir diyardan iki fetbaz terzi çıkıp gelmiş. "Ey Kraliçe!" demişler. "Size öyle bir tesettür giysisi yapacağız ki, bunu sadece dini bütün olanlar görebilecek, böylece siz de kim zındık kim münafık ve dahi kim terörist kim ılımlı bileceksiniz."
Bu amaçla yanlarında adı AB olan kendi ülkelerinden uyum modasını dahi getirmişlermiş.. Bunun BOP modeline uygun olacağını ve dikiş müktesebatına harfiyen riayet edilmesi gerektiğini de anlatmışlar. Ancak bir şartları varmış. Elbiseyi dikebilmek için sadece sarayda değil memlekette ne kadar altın iplik, atlas kumaş ipek örtü var ise bunların hepsini istemişler. Ve ilaveten bunları taşımak için bir de Kıbrıs eşeği... "Ama bu iş kolay değil, en az 10 yıl filan sürer" demişler.. Ve sarayda kendilerine ayrılan bir odada başlamışlar sözde sihirli kumaşı dokumaya. Ellerinde iğne havaya dikiş atıyor, makas ile boşluğu kesip duruyorlarmış, kraliçe yanlarına geldiğinde.
Her neyse, gün gelmiş.. Kraliçeye "Tamam" demişler; "giysi hazır." Kraliçe yanında şürekası ve dahi köşe yazarları, dini bütün tesettür giysisini görmeye gitmiş. Ama o da ne! Kraliçe bir bakmış, hiçbir şey görememiş haliyle.. "Yandım" demiş içinden, "demek ki ben bir zındıkım." Ve hiç sesini çıkarmamış, hayran hayran bakıyormuş gibi yapmış olmayan tesettüre. Aynı ruh hali elbette yanındakiler bakı mından da geçerli. Onlar da önce bir yutkunup sonra "zındık" ve dahi "terörist" sayılma korkusuyla tesettürü överek tezahürata başlamışlar; en çok bağıran da, bildiniz işte, köşe yazarı taifesiymiş. Ardından, sözde tesettür giysisini terziler bir güzel giydirmişler kraliçeye. Kraliçe de çırçıplak ve kendini tesettür içinde sanarak, yıllardır bu anı bekleyen ahalinin karşısına çıkıvermiş. Elbette önce ahalide de bir suskunluk hasıl olmuş ve yine hemen ardından, zındık sayılmama kaygısıyla bir vaveyladır kopmuş. Bir alkış, bir tezahürat... Böylece tesettürlü giysiyi "görmüş" olan herkes dini bütün sayılmış.. Ve bilhassa erkekler ellerinde kameralı cep telefonları büyük bir iştahla, sevgili kraliçelerinin "tesettürünü" çekmeye koyulmuş.
Tam bu sırada, ben diyeyim biraz aklı evvel, siz deyin yüzündeki sivilceden ergenlik çağına ilk adımını attığı hemen anlaşılan çocuk irisi bir Murtaza, hayatında ilk kez çırçıplak bir kadın görmenin yarattığı şehvetle ve dehşetle yanında dikildiği babasına dönmüş ve "Şşşt, baba lan, bak kraliçe çıplak, üffff!" diye fısıldamış.. Babası ise elinin tersiyle şaplağı yapıştırdıktan sonra, "Sus olan salak oğlum, biz görmüyor muyuz sanki, sen de manzaranın keyfini çıkar teres!" demiş ve kraliçenin fotoğrafını çekmeye devam etmiş. Ama yerin kulağı var; civardaki sivil polisler, oğlanın babasına ne dediğini hemen duymuşlar. Memleketin netice itibariyle bir teröriste de ihtiyacı var ya; bu delikanlıyı hemen derdest edip yakalamışlar.. Ahalinin geri kalanı da, televizyonlardan RTÜK’ün kapattığı porno kanalları yerine kraliçenin merasimlerini seyredip durmuş. Bu arada münafık Birgün gazetesi, delikanlının yakalanma haberini manşetten, "terör bahane" diye vermiş. Masal da burada bitmiş.
Onlar ermiş mi muradına bilinmez, ama biz çıkmışız kerevetine.ve kerevete oturur oturmaz, bi yerimize bi şey batmış canımız yanmış. Bu kıssadan Türkiye’ye hiç mi hiç hisse düşmezmiş; çünkü bu ülkede Kraliçe yokmuş, olsa bile buna zaten Sultan denirmiş; ayrıca TC’nin laik ve demokratik bir ülke olduğu cümle alem tarafından bilinirmiş. Ne var ki, Andersen’ın varisleri, AB müktesebatı gereği, telif hakları yasasına binaen yukarıdaki masalın yazarına dava açmış. Davaya halen AİHM bakmaktaymış.. Yaa, işte böyle...
1.8.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 2. Aug, 19:31
arasorbul - 26. Jul, 19:26
Tut elimi . Sımsıkı tut elimi. Sakın bırakma. Elimi sakın bırakma!
Eli avucumun içinde tir tir titriyordu. Eli avucumun içinde kayboluyordu. Eli avucumun içinde can çekişiyordu. Sıcaktı. Sıcak avuçlarımızı yakıyordu. Terden sırılsıklamdı avuçlarımız... Koşuyorduk. Deliler gibi koşuyorduk. Her yerden , gökten ve yerden üzerimize bombalar yağıyordu. Parçalanmış bedenler, parçalanmış yapılar, parçalanmış araçlar üzerimize yağıyordu. Ateş, toz ,duman, kan yağıyordu.
Daha hızlı,daha hızlı. Sakın bırakma elimi, sakın bırakma... Omuzu belime ya geliyor ya gelmiyordu. Bu yaşta çocuk okula gönderilir mi hiç! Kaç yaşında başlıyorlar ki bunlar okula gitmeye... Bu daha minicik...Öyle çelimsiz ve zayıftı ki, sımsıkı yakaladığım eliyle koşarken, ayakları yerden kesiliyordu. Ayakları, ayaklarımız kan içindeydi. Koşarken kanlı ayak izleri bırakıyorduk geriye. Onunkiler küçücük, benimkiler kocaman. Kocaman gözleri korku içindeydi . Gözleri , bedeni , elleri , her yeri korkuyu büyütüyordu. Korku büyüdükçe, daha hızlı koşuyorduk. Sığınağa doğru koşuyorduk...
Sığınağa... Hayııır! Sığınağa olmaz. Sakın! Sığına olmaz... Daha bu sabah gördüm sığınağı... Yani sığınaktan arda kalanı: Duvarlarında negatif resimler... Bacadan içeri ateş topunu attıklarından beri yalnızca negatif resimler var sığınakta. Yanmış, kül olmuş saçlar,etler, kemikler, yanmış kül olmuş analar ve çocuklar var sığınakta. Yüzlercesi, binlercesi...
Tut elimi , sakın bırakma elimi! ...Sığınağa olmaz ! Okula ! Tam aksi yöne koşmalıyız. Bir çırpıda çekiveriyorum kolunu. Kolunun peşi sıra sürükleniyor. Koku dolu gözlerinde şimdi de şaşkınlık... Okula koşmalıyız diyorum. Görürsün bak, okulu nasılsa bombalamazlar. Elimden kurtulmaya çalışıyor. Ateşi, dumanı, bedenleri ve kan göllerini yarmaya çalışırken, daha bir sıkı kavrıyorum minicik elini... Daha hızlı daha hızlı koşuyoruz. Okula, doğru okula... Nasılsa okulu bombalamazlar!
İşte okul göründü. Kapıdan içeri attık mı kendimizi, güvende sayılırız. Son bir gayretle, avucumdaki eli sıkıyorum. Tırnaklarım neredeyse etini kesecek. İşte kapıdayız. Eşikten geçerken,kurtulduk diye haykırıyorum.
Kurtulduk!
Hayııııııııııır!
Avucumda çırpınan bir el. Minicik bir el. Hala sımsıcak. Gerisi yok. Kol yok. Beden yok. Yüz yok. Gözler yok. Çocuk yok. Elimde kan içinde bir el... Çocuğun eli.
Tekrarlanan kabus
Kan ter içinde uyandım.
Bağdat’ta otel odamdaydım. Göz yaşlarıma söz geçiremiyordum... Tanrım kurtar beni bu kabustan diye yakarıyordum.
Gördüğüm rüyanın , kabusun , daha sonra yaşayacağımız, yaşanılan, yaşanan gerçekler yanında ne denli cılız kalacağını henüz bilmiyordum.
Henüz Irak işgal edilmemişti. Şimdilik işgal hazırlığı yapılıyordu. 2003 yılının Ocak ayıydı.
Bir cümle , o sabah duyduğum bir cümle bir daha asla beni terk etmemek üzere içime yerleşmişti.
‘’Anne bugün okula gitmesem olmaz mı ?’’ diye sormuştu kara saçlı, kara kaşlı, küçücük bir çocuk. Ve hemen ardından eklemişti: ‘’ Belki bugün okulum bombalanır...’’
Eğer anneyseniz, ‘’Anne, bugün okula gitmesem olmaz mı...’’ diye başlayan tümceyi kim bilir ne çok duydunuz.
Çocukların canları okula gitmek istemeyebilir. Doğaldır. Çocuğun canı özgürdür. Çocuğun canı her zaman haklıdır.
Ancak doğal olmayan, yaşama aykırı olan, ‘’... belki bugün okulum bombalanır’’ eki...
Son zamanlarda bu kabusu sık sık görür oldum... Çocuğun cümlesinde kimi sözcükler değişiyor, o kadar: ‘’Anne bugün okula gitmesem olmaz mı, belki metro bombalanır’’... ‘’Anne bugün okula gitmesem olmaz mı, belki İstiklal Caddesi bombalanır, belki Mecidiyeköy bombalanır, belki sokak bombalanır, kent bombalanır...’’
İngiltere, geçen hafta Londra’daki terör eylemini gerçekleştirenlerin doğma büyüme Britanyalı , Pakistan kökenli gençler olduğunu öğrendiğinden beri, şoktan kurtulamıyor. Bir yandan ‘’Masumlara yönelik bombaların gerisindeki gücün beyni ’’ aranırken, bir yandan da ABD’nin yanı sıra Irak işgalişne katılan Blair hükümetine en acımasız eleştiriler sürdürülüyor.
Bir diktatörü devirmek ya da Ortadoğu’ya demokrasi , özgürlük, medeniyet vs. kazandırmakla hiç ilgisi olmadığı çoktan kanıtlanmış; yeryüzü petrol rezervlerinin dörtte üçünü barındıran bir bölgenin talanı ve paylaşımı yolunda başlatılan savaşın dünyadaki terör eylemlerini tetikleyeceği sanki bilinmiyordu! Sanki bilinmiyordu da, şimdi öğreniverdik ve şaşıp duruyoruz! Bu hunharlığı vahşeti lanetlemeyecek tek insan yoktur yeryüzünde.
Lanetlemek en kolay iş! Ancak yetersiz. Kimi soruları sormak zamanı gelmedi mi?
Londra’daki saldırıların hemen ertesi günü ‘’Independent’’ gazetesinin deneyimli yazarı Robert Fisk, Irak’a saldırının, işgalin, ‘’terörist eylem’’; Irak’ta bombalanan, öldürülen masum insanların terör kurbanı olup olmadıklarını soruyordu. Hiç kuşkunuz olmasın Robert Fisk Türkiye’de yaşayan ve yazan bir gazeteci olsaydı çoktan ‘’vatan haini’’ diye damgalanıp, işinden kovulurdu!
Birkaç gün sonra ise İsviçre Uluslar arası Çalışma raporu Irak’ta 100 bin sivilin öldüğünü açıklıyordu. (Ayrıntılar 13 Temmuz tarihli Cumhuriyet’te.)
Yasaklanan ilan
Yaklaşık aynı günlerde Amerikan Hükümeti, MTV’de bir kez yayınlanan bir ilana yasak koyuyordu.
İlanda arka fonda New York siluetinde terör saldırısıyla tutuşan ikiz kuleler, önce ise yerde oturmuş ‘’HIV –lütfen yardım edin’’ panosu taşıyan bir Afrikalı görülüyordu. İkiz kulelerin yanında ‘’2 863 ölü’’; yerdeki adamın yanında ‘’40 milyon insanda HIV’’ yazıyordu. Alttaki sloganda ise ‘’Dünya teröre karşı birleşti .AİDS’e karşı da birleşmeli’’ deniyordu. Sonraki panoda, ikiz kulelerde yine ‘’2 863 ölü’’; ön plandaki çocuğun yanında ‘’ dünyada 824 milyon aç insan var’’ yazıyor ve ‘’Açlığa karşı birleşin’’ deniyordu. Üçüncü ve son panoda ise yine ikiz kulelerin yanında 2 863 ölü’’ öndeki yaşlı kadının yanında ‘’ Dünyada 630 milyon evsiz var’’ yazıyor; ‘’Dünya teröre karşı birleşti, Yoksulluğa karşı da birleşin’’ yazıyordu.
Keşke, keşke bu ilan yasaklanmasaydı da yeryüzünde yaşayan her insan görebilseydi. Bu sayılar bir daha hiç birimizi terk etmeseydi.
Belki o zaman , teröre karşı ırkçılığı beslemek yerine , doğru soruları sormaya ve yanıt aramaya başlayabilirdik...
Zeynep Oral
16 Temmuz 2005- Cumhuriyet
arasorbul - 25. Jul, 23:48
Ana,
gümüş olmak istiyorum
Oğul,
çok üşürsün sonra
Ana,
su olmak istiyorum
Oğul,
çok üşürsün sonra
Ana,
yastığına işle beni
Oğul,
olur hemen şimdi
Söz: Lorca
Çeviri: Sait Maden
Müzik: RUHİ SU
arasorbul - 25. Jul, 22:44
arasorbul - 12. Jul, 21:04
arasorbul - 7. Jul, 19:29
Biz bir deniz ülkesiyken bilemedik kadrini kıymetini... Ne balıkla dost olduk, ne rüzgarla yoldaş...
Ne dalgalarına vurduk kendimizi olmadık zamanlarda... Ne dalgalar bizi vurdu en çaresiz anlarda....
Asırlar geçti küs gibi yaşarken birbirimize...
Çetin Altan çok söylemişti de yine de değişmedi bu tuhaf birlikteliğin kaderi:
"Biz Türkler" demişti; "Sırtımızı dönüp otururuz en turkuaz kıyılarda!"
Oysa, memleketin şairleri, en güzel aşk şiirlerini bu sahillerden bakarak yazmışlardı.
Lakin, şiirlerin ve şarkıların dizelerinde bile korktular kırlangıç fırtınalarından.
Sakin koylarda demirlemeyi yeğlediler çoğunlukla.
Denize dair en büyük çağrıları yakamozların bile kımıldamadığı koylara dairdi:
"Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin, geçmiş gecelerden biri durmakta derinde!"
Oysa biraz daha açılsalar, aşkın bütün macerasının "fırtınalara açık denizlerde" yaşandığını bileceklerdi.
Sakin körfezlerde sığınılacak limanlar sunan denizlerin; az biraz açıldıkça beklenmedik zamanda dalgalarıyla tekneleri inatla ve ölümüne salladığını göreceklerdi. Öyleyse... İhanet miydi denizin huyu? Kim demiş?
"Kim demiş 'çört vazmi', Hazer ölü bir göle benzer, Hazerde dost gezer eeyyy, düşman gezer! Yaman esiyor be karayel yaman! Sakın özünü Hazer'in hilesinden aman! Aman oyun oynamasın sana rüzgar!"
Nazım'ın anlattığı Hazer bir iç denizdir, ya da kocaman bir göl. Ne farkeder! Akdeniz, Karadeniz, Ege... Bilirsen huyunu, seversen denizi....O deniz ki ihanet etmez kimseye...
Ne hilesi kalır sakınılacak, ne düşmanlığı... Ne de ihaneti! Bilirsen huyunu... Seversen denizi... Hele ki seversen!..
Düşmanlığından korkumuz, sevmediğimizdendir...
Sandalyeye ters oturup sırtımızı dönmemizdendir asırlardır..
Bin yıllık küslüğümüzdendir. Birbirimize düşmanlıklarımızın nedeni gibi, her birimize ihanetlerimizin sebebi gibi! Durduk yerde ihanet etmez deniz kimseye...
İnsana mahsustur sebebsiz kötülük...
Bir gün bir yerde bir "reaktör" patlar...
Bir gün bir yerde ölür bir deniz sevdalısı...
Şarkıları asılı kalır mor köpüklü dalgalara...
Bu en büyük ihaneti değil midir insanın insana?
Bugünler "Denizcilik Bayramı" günleridir...
Bu akşam da biz Siyaset Meydanı'nda deniz tutkunlarıyla, ekmeğini dalgaların taşından çıkaran balıkçı dostlarla buluşacağız.
Hani şu şairin şiirini bitirirken yazdığı gibi:
"Aldırma anam ne çıkar,
Ne çıkar kudurtsun karayel suları,
Hazerde doğanın Hazer'dir mezarı!"
diyenlerle...
Lakin...
O karşılıklı bir sevdanın hikayesidir ölümüne...
Ama...
Bizim sorumuzsa başkadır: Kim yükledi Karadeniz'in gökyüzüne ölüm bulutlarını?
Kim görmezden geldi, bulutların karabasan gibi çöktüğünü üstümüze günlerce?
Denizleri konuşurken, denizlerin sevdalısını unutmak olur muydu? İnsanın insana ihanetinin son kurbanı; derin denizlerin yüreği Kazım Koyuncu, belki de ondandır söylemişti "Denizde Karartı Var!" çığlığını ölmeden hayli zaman önce:
"Denizde kararti var bu gelen kayik midur
Ben özledum yarumi ağlasam ayıp midur
Oy dumanlar dumanlar hep dağlari sardunuz
Yureğumun derdini bilseniz ağlardunuz
Karardi Karadeniz taşti bu yana taşti
Haber verun yarume gozlerum doldi taşti"
Biz denize ne küselim?
Deniz bize "küse"dir...
Ali Kirca (Sabah)
arasorbul - 30. Jun, 19:25