Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Montag, 14. März 2005

Bir garibin mal beyani

- Avşa Adası'nda üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen...
- gökyüzünde bi bulut...
- Bitlis'te beş minare...
- Kastomonu'da üç kasto...
- biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili...
- büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın üğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı...
- ıslıkla çalınabilen dört anonim türkü...
- Palandöken'de bir palan, iki döken...
- üç fayhattı...
- bi çarşamba,iki perşembe, üç cuma...
- dünyada mekan...
- ahirette iman...
- denizde kum...
- bi çuval gazoz kapağı...
- bi kibrit kutusu sigara izmariti...
- biri ingilizce altı adet küfür...
- yirmi tane boş laylon poşet...
- sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht...
- bi sürü saç sakal...
- üç ayrı parkta üç ayrı belediyeye ait üç ayrı banka reklamlı bank...
- bi ayakkabı çekeceği...
- üç don lastiği...
- yirmi adet ağaç gölgesi...
- bi sipor dalı...
- üç kuş kanadı sesi...
- bi sürü kedi köpek...
- bi marmara denizi...
- camına yaslanılıp seyredilen iki piliç çevirmeci...
- her akşam karıştırılan dört çöp bidonu...
- çalıp çalıp kaçılan beş melodili apartıman zili...
- geceleri yatarken yorgan olarak kullanılan bi sürü gazete...
- nakit on beş lira...
- annne babadan kalma yarısı yaşanmış bi ömür.

Anonim ???

Dienstag, 8. März 2005

GENC PAPAZ

Genc papaz ilk defa vaaz verecekti, cok heyecanliydi. Yaşli papaz bunu farketti "evladim şu şişenin icindekinden bir bardak ic" dedi.
Genc papaz bir iki derken bir şişe şarabi bitirdi, cikti vaazini verdi, kürsüden asagiya indi ve sordu:-"Nasildim peder"-

"Iyiydin evladim, yanliz bundan sonra su uc noktaya dikkat et :

1. Kursuden inerken merdivenleri kullan, trabzandan kayma,
2. Dua aralarinda amin dedirt, oley degil,
3. Isa peygamber, Allah'in ogludur, onun bunun cocugu degil ...

İZAHLI MİZAH

bir Arnavut fikrasi :Arnavut'un tuttugu at, yarista en arkaya düsmüs...

Arnavut bakmis bakmis:- Be hey mübarek, demis, katmis önüne öteki hayvanlari nasil da kosturuyo bre!

AMAN DOKUNMAYIN

Bir gun taksiye binen bir musteri sofore bir sey sormak icin hafifce omzuna dokunur.
Sofor bir ciglik atip,direksiyonun kontrolunu kaybeder, bir otobuse carpmak uzere iken direksiyonu kirar, kaldirima cikip, bir vitrinin onunde arabayi durdurur arkaya donup musteriye: "Sakın ama sakın bir daha bunu yapmayin!" diye bagirir.

Musteri ise sakinlikle bir ufacik dokunmanin onu bu kadar korkutup sicratacagini dusunemedigini soyler. Bu arada kendini toparlamis olan sofor, musteriye donup: "Haklisiniz, aslinda sizin kabahatiniz yok" der. Bugun benim ilk taksi soforlugum, 25 senedir cenaze arabasi soforuydum de...

DIPLOMASI

Adamin birisi Afrika'da safariye cikarken yanina minik kopegini de almis. Minik kopek bir gun ormanda dolasip, kelebekleri kovalar,cicekleri koklarken kayboldugunu fark etmis.

Ne yapacagini dusunurken bir de bakmis ki karsidan bir leopar geliyor ve belli ki gunluk yiyecegini ariyor. "Simdi basim dertte" diye dusunmus minik kopek. Etrafina bakmis yerde kemik parcalarini gormus. Hemen arkasini leoparin geldigi yer donerek kemikleri kemirmeye baslamis, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye calisiyormus.

Leopar tam saldiracakken minik kopek kendi kendine konusmus;"Ne kadar lezzetli bir leoparmis. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mi?" Bunu duyan leopar bir anda donmus kalmis ve en yakindaki agaca tirmanmis."Tam zamaninda kurtardim yoksa bu kopege yem olacaktim"diye
dusunmus.

Butun bunlar olup biterken bir baska agacin ustundeki bir maymun olanlari izliyormus. Bildiklerini kullanarak bundan sonra leopardan kurtulabilecegini dusunmus. Leoparin yanina giderek neler oldugunu anlatmis.

Leopar cok sinirlenmis ve maymuna:"Atla sirtima, gidip sunu yakalayalim"demis. Ancak minik kopek neler oldugunu ve leoparin sirtinda maymunla birlikte suratle kendisine yaklastigini fark etmis. "Simdi ne yapacagim" diye dusunurken, kacmaya tesebbus etmemis.

Bunun yerine arkasini leoparin geldigi yone donerek, kemikleri kemirmeye devam etmis. Tam leopar saldiracakken yine kendi kendine konusmus;"Bu aptal maymun nerede kaldi? Yarim saat once bir leopar daha getirsin diye gonderdim hala haber yok!".

NOT : Diplomasi böyle birşey işte.Bu hikayeden cikaracaginiz dersler is hayatinizda lazim olabilir..

Donnerstag, 3. März 2005

"KARADUT" GERÇEĞİ

1949'da bir gün İstanbul Büyük Kulüp'teki bir toplantıda, davetliler Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan bir şiir okumasını istediler. Eyüboğlu ayağa kalktı ve Karadut'u okumaya başladı:

"Karadutum, çatal karam, çingenem/
Daha nem olacaktın bir tanem/
Gülen ayvam, ağlayan narımsın/
Kadınım, kısrağım, karımsın"...

Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzüldü.Salondaki herkes niye ağladığını anlamıştı; tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki karısı Eren Eyüboğlu... Çünkü şiirde "kadınım, kısrağım, karımsın" dediği kadın, karısı değildi.

Bu şiiri 3 yıl önce, bir başka kadın için yazmıştı: Mari Gerekmezyan...


"Kara saplı bıçak gibi"

Mari, Bedri Rahmi'nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi'nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmişti. O dönem askerliğini yapmakta olan şair - ressamın sinesine, "kara saplı bir bıçak gibi" saplanmıştı. Mari, Bedri Rahmi'nin bir büstünü yapmıştı. Bedri Rahmi bu büstü, Mari'nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştı. Artık aşklarından bütün İstanbul haberdardı. Bedri Rahmi, sanatında tam bir patlama yaşıyor, Eren Eyüboğlu ise sabırla eşinin kendisine dönmesini bekliyordu.


Yorgun yürek

"Karadut", 1946'da menenjit tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı.

Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu çabalar da sonuç vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi'nden Mari Gerekmezyan'ın ölüm haberi geldi.

Bedri Rahmi yıkılmıştı.
Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı. O dönem içkiye başladı ünlü şair...
Aşağıdaki şiir, o dönemin ürünüdür:

"Türküler bitti/
Halaylar durdu/
Horonlar durdu/(..)
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu /
Yoruldu yüreğim, yoruldu."

Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabaladı.
Başardığını sanıyordu.
Ta ki Büyük Kulüp'teki o geceye kadar...
"Karadut"u okurken, Bedri Rahmi'nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı.
Bunun üzerine Eren, bir süre Paris'te yaşamaya karar verdi. Oradan eşine yazdığı bir mektupta "o gece"yi hatırlattı:

4 Ocak 1950 - PARiS

"Canuşkam,

Kulüpte bir gece, şiir okumuştun, hani! Hatırladın mı? Gözlerinden, birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin, nasıl titremişti.

Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme, kızgın bir ütü yapmışmış gibi olmuştum. O gece... Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! Bedri'nin ruhuna, insan üstü bir gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhunun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan, mutluluk duyabilmeni sağlasın.

Eren."


'Buna katlandımsa.'

Bu dualar işe yaradı. Bedri Rahmi, 11 yaşındaki oğluyla eşine döndü.
1974'teki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler. Öldüğü gün, eşi Eren cenazeden dönüşte, 35 yaşına gelmiş oğlunu karşısına oturttu:

"Babanı uğurladık" dedi, "Ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa, bil ki, sadece senin hayatın kararmasın diyedir."




CAN DÜNDAR

EŞEK

Vefakâr ve cefakâr dostumuz: EŞEK

Eşek, Merkep, Uzunkulak, Karakaçan. İnsanın eski dostu eşeğin dünyaya geliş tarihi tam olarak bilinemese de, araştırmacıların büyük kısmı, eski belirtilere ve bulgulara dayanarak doğum tarihinin insanın doğumundan önceye denk geldiğinde birleşmektedirler. Doğum yeri de, doğum tarihi gibi kesin bulgulara sahip değildir. En yaygın görüşe göre, eşeğin ilk ortaya çıktığı yer Kuzey Afrika topraklarıdır. Günümüzde de köylerde, kentlerde, caddelerde, ovalarda, dünyanın her tarafında eşeğe rastlanmaktadır. Yaşam uzunluğu 20-25 yıl arasında değişmektedir. Üremesi genelde bir seferde 2 yavru (sıpa) doğurma şeklindedir. 10 tane yavrulayanlara da rastlanır.


EŞEĞİN EVCİLLEŞTİRİLMESİ


Eşekler onbinlerce yıldır özgür yaşamıştır. Sonradan insanlar tarafından evcilleştirilmiştir. Evcilleştirme sırasında çok eziyet görmüş, bu aşamada ölenler de olmuştur. Evcilleştirilmeden önce, kimseye hizmet etmek zorunda değildi. İstediği yere gider, canı çektiğini yer, arzu ettiği yerde istediği zaman yatar, istediği zaman kalkardı. Ne işine karışanı ne de hesap soranı vardı. İnsanlığın eşekleri evcilleştirmesinden sonra, tam bir ''kölelleştirme'' işlemine tabi tutulmuştur. Boynuna yular, sırtına semer vurup, dar, karanlık ve rutubetli ahırlara tıkıldılar. Sabahtan akşama dek çalıştırılıp, bir tutam saman ve bir miktar da arpa verdiler...


EŞEĞİN EVRİMİ

Eşeklerin milyonlarca yıldır yeryüzünde yaşadığı tahmin edilmektedir. Tarihte bilinen ilk eşekler Nil nehri kıyılarında büyük sürüler halinde, yabani olarak dolaşmaktaydılar. Buzul çağı döneminde ''equine'' sınıfının üyeleri Afrika kıtasından kaybolmuş, bu sınıftan olup da, dünyanın diğer bölgelerinde yaşamlarını sürdürebilenler, türün yaşamasını sağlamıştır. Evcilleştirilen eşeğin atasının, Afrika yabani eşeği Nubya türünden olduğu tahmin edilmektedir. Ancak eşeğin evrimleşme tarihi hakkında fazlaca bilgi bulunmamaktadır. Bilinen en eski eşek kalıntısı M.Ö dördüncü bin yılda Aşağı Mısır'ın Ma'adi bölgesinde bulunmuştur. Eşeğin evcilleştirilmesi, Güneybatı Asya'da koyun, keçi ve sığırların M.Ö. sekizinci ve yedinci bin yıllarda evcilleştirilmesinden çok daha sonra gerçekleşmiştir. M.Ö. 4000 yılı civarında sığır yetiştiren Nubya insanları yük taşıma amacıyla vahşi eşekleri ilk olarak evcilleştirmişlerdir. Eşekler de böylece, temel yük hayvanı olarak öküzün yerini almıştır.

TARİHTE EŞEK

Romalı tarihçi Plutharkhos'un ifadesine göre, Büyük İskender'in seferlere çıkan ordusunun silah ve yiyeceklerini taşıyan çok sayıda eşek ve katırı vardı. Roma İmparatoru Neron'un eşi İmparotoriçe Pope, 500 dişi eşek besliyor ve her gün bunların sütüyle banyo yapıyordu. Roma İmparatorluğu'nda zayıf çocuklara ve hastalara, protein ve şeker bakımından inek sütünden daha zengin olan eşek sütü içiriliyoru. Amerika kıtasında yaklaşık 10 bin yıl önce soyu tükenen eşek, Kristof Kolomb'un 1495 yılında gerçekleştirdiği ikinci seferi sırasında yeniden bu kıtaya girmiştir.

EŞEK TÜRLERİ

Eşekler boylarına göre 3 gruba ayrılmaktadır. Minyatür eşekler (boyları 91 cm), Standart eşekler (boyları 9-140 cm arasında), Büyük (mamut)eşekler (boyları 140 cm'den fazla) Akdeniz adalarından Sicilya ve Sardunya kökenli minyatür eşek, uysal ve yumuşak huyludur. Bu yüzden sirklerde kullanılır. Boyu 66-91 cm. ağırlığı 90-200 kg arasında değişmektedir. Ülkemizde minyatür eşeklere ilgi duyulmamıştır.

Poitou Eşeği (Fransa): En ünlü ve olağandışı eşek cinslerinden biridir. Son derece güzel ipeksi kürke sahiptir. Kulakları da aşırı tüylüdür.

Beyaz Mısır Eşeği: En ünlü binek cinsi eşektir. Çok eski zamanlardan beri binek hayvanı olarak tanınmakla birlikte, çoğu zaman Mısır ve komşu ülkelerde yük taşımada da kullanılmaktadır. ''Beyaz Şam Eşeği'' olarak geçmektedir.

Katalon ve Endülüs Eşekleri: Katalon eşeği, İspanya'nın Katalonya eyaletinden getirilmiş olup, 140-160 cm'lik yüksek boyları ile ünlüdür. Şu anda soyu tükenmektedir. Endülüs Eşeği ise, İspanya'nın kuzey kısmında yaşamakta olup M.Ö.700 yılından itibaren yeni cins üretiminde kullanılmaktadır. İri cüssli ve gelişmiş kemik yuapısı ile tanınır.

Malta Eşeği: Boyu 145 cm ya da daha kısadır. Nesli tükenmiş bulunmaktadır.

Mallorca Eşeği: Akdeniz kökenlidir. Boyu 138-160 cm arasındadır. 10.yüzyıldan itibaren katır üretiminde kullanılmaktadır. GEnellikle siyah renklidir.

Zamarano-Leones Eşeği: Baı İspanya'dan gelmektedir. Günümüzde cok az sayıda bulunmaktadır. Boyları uzundur ve 32-360 kg arasındadır.

Kıbrıs Eşeği: Değerli, büyük uzun ayaklı, iyi gelişmiş, kuvvetli, koyu renkli, 110-120 cm boyundadır.

Türk Eşeği: Küçük, akıllı olduğundan dolayı inatçı, siyah veya gri renklidir. DİE verilerine göre 1960'larda 25 milyonun üzerinde olan eşek sayısı, 1991'de 944 bine, 2001 yılında ise; 464 bine düşmüştür. Son 10 yılda yüzde elli oranında azalan eşek sayısının 2030 yılında sıfırlanacağı sanılmaktadır.

Bunun dışında, İsrail yerel eşeği, İran eşeği, Afgan eşeği, Pakistan eşeği, Hint eşeği, Çin eşeği v Orta Asya eşeği gibi türler bulunmaktadır...

(Ali Polat'ın Eşek ve Biz adlı çalışmasından yararlanılmıştır)

(Birgün Pazar / Dünya Yalnız Bizim Değil 27 Şubat 2005)



--------------------------------------------------------------------------------

Mittwoch, 2. März 2005

LEYLA İLE MECNUN

Leyla ile Mecnun'un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır . Bu efsanede Mecnun mahlasıyla şiirler söyleyen Kays ibni Mülevvah adlı bir Arap şairiyle Leyli ( Leyla ) adlı bir Arap kızın arasında geçen ve ayrılıkla sona eren bir aşk serüveni anlatılmaktadır .

Söylentiye göre Kays ile Leyla kardeş çocuklarıdır .Küçük yaşta birbirlerini severler . Kays'ın Leyla için söylediği şiirler dillerde dolaşır .Leyla'nın babası ,adını dillere düşürdüğü için kızının Kays'la evlenmesini önler .Leyla başka biriyle evlendirilir .Kays çöllere düşer .Mecnun (deli ) diye anılmaya başlar .Ayrılık acısına dayanamayan Leyla kederinden ölür . Mecnun bunu duyunca onun mezarının başına koşar ve o da orada can verir .

Bu efsane Arap edebiyatında X. yüzyılda çok yaygın bir hale gelmiş ,Mecnun'a ait olduğu söylenen şiirlerin arasına nesirler de eklenerek hikaye haline getirilmiştir .Bu konu daha sonra Fars ve Türk edebiyatlarında da işlenmiştir . Bunların arasında en ünlüsü Fuzuli'nin yapıtıdır ( 1535)

Aşağıda okuyacağınız küçük hikaye Fuzuli`nin Leyla vü Mecnun adlı mesnevisinden alınmıştır.

Kays, bilinen adıyla Mecnun, Leyla`nın aşkından kendisinden geçip yarı meczup bir halde çölde giderken, namaz kılmakta olan bir dervişin önünden geçer. Derviş hemen namazını selamlayıp, Mecnun'a "Namaz kılan birinin önünden geçilmez, bunu bilmiyor musun?" diye çıkışır. Mecnun cevap verir "Ben Leyla'nın aşkından öyle bir hale geldim ki, senin burada namaz kıldığını görmedim bile, sen nasıl bir aşkla namaz kılıyorsun da benim senin önünden geçtiğimi görüyorsun?"

Leyla ve Mecnun'un hikayesi Türk Halk edebiyatının da etkilemiş ve Leyla ile Mecnun adıyla bir Karagöz oyunu haline getirilmiştir .

Karagöz oyunlarında işlenen Leyla ile Mecnun hikayesi ise şöyle :

Oyunun başında Leyla ile Mecnun birbirlerine olan sevgilerini şiirlerle dile getirirler. Aralarında bir gül ağacı vardır. Zebani gelerek gül ağacını alır ve yerine karaçalı koyar. Karagöz bu karaçalıyı almak isterken zebani Karagöz’ü kaldırıp baş aşağı kara çalının üzerine atar. Hacıvat gelerek Karagöz’e Leyla ile Mecnun’un hikayesini anlatarak, Zebani’nin kara çalıyı onları ayırmak için koyduğunu söyler.

Perdeye içinde Leyla’nın babası ve annesinin olduğu bir kervan gelir. Hacıvat onlara bir ev bulur. Daha sonra Mecnun’un babası olan Halepli Haşim gelir. Hacıvat Leyla’nın anne ve babasının olduğu yere ergeç Mecnun’un da geleceğini söyler. Mecnun gelip Leyla’ya olan aşkını Hacıvat’a anlatır ve ondan yardım ister. Bu esnada bir aslan gelip Karagöz’ün köpeğini yutar. Leyla’nın babası kızını Mecnun’a istemeye gelen Hacıvat’ı kovar. Hacıvat, Karagöz’ün ninesi olan Cazu’dan yardım ister. Cazu nine Leyla’nın babasına giderek eğer kızlarını Mecnun’a vermezlerse Leyla’nın öleceğini söyler.

Bunun üzerine Leyla’nın babası kızını Mecnun’a vermek için üç şart koşar.
Birincisi Mecnun çok sevdiği dişi ahuyu öldürecektir.
İkincisi aslan ile boğuşup onu da öldürmesi.
Üçüncüsü ise yedi başlı ejderhayı öldürmesi.

Karagöz Mecnun’a bir bıçak verir. Mecnun kendi isteğiyle ahuyu öldürür. Daha sonra aslan ile ejderhayı da öldürür ve koşulları yerine getirmiş olur. Zebani iki sevgilinin kavuşmasını engellemek amacıyla araya yine kara çalı koyarsa da Mecnun bıçağı ile karaçalıyı kesip atar. Sevgililer birbirlerine kavuşurlar ve kervanla memleketlerine dönerler ...

Voltaire

Kendisini baskalarinin kurtarmasini bekleyen kisiler yanlizca kölelerdir

Montag, 28. Februar 2005

ANLADIM

anladım
sabahları açılır
esnaf çarşıları yeminle
"bedreddinim bir ağaca asılır"

anladım
en büyük yalan yemindir
edilir sabahları
gecesini hatırlamayan esnafların

tüm merasimleri gömdüm
ömrümün reklam amaçlı takvimlerine
anladım
kimse üzgün değildi
bayraklar yarıya indiğinde

bir tek el isteyen
yordam ve özür dileyen
anladım

herkese kötü şeyler hatırlatan yüzüm
evet yüzümdü
her görüşmeye taşıdığım
kandırılmaya gönüllü bir gönülle
az sütlü neskafelere sigaralar iliştirdim
göz gördüm başka açılara ayarlı
uzun bir yüz gördüm
meğer filmin sonu diye ayarsız
fin yazardı se end zamanında
bir zamanlar
fransızlar hep fransız kalacaklar
sabah sinemasında pazarları

aklımı alıp doğduğum evin
müze olma isteğine saklayacaklar
ama kavaklar büyüyecek
herkesten gizli boyatmak
bir kavağın becereceği iştir ancak

anladım ki ağaçlar
toprağa acı verdikçe büyüyorlar

her pazartesi and içip
cumaları marşa basan
camiler dolusu yemin edip
taburlarca yalan söyleyen
bu toprakta bu ağaç
kuruyacaktır elbet

anladım
kimseye acı vermeden
büyünmüyor

namusum ve şerefim ve
çocukluğumun üzerine beton dökerim ki
tüfek filan değil
çimento icat edildi de
bozuldu mertliğin mimarisi
esrarlı bir ülkeye göçtü sabrin taş ustaları


anladım
altı dükkan olsun istiyor evinin
ve ağlamaklı bulmuyor apartımanları
benim taş ustamın karısı
ve her yerde
şube açmak istiyor
iskender kebabını icat eden
büyük iskender’in çocukları
ki gölge filan etmez
yoğurtlu bir ziyafet çekerdi
diyojen’le karşılaşsaydı.
anladım
bursalı iskender’in
romalı arkadaşından daha çoktur
uygarlığa katkısı

oysa
bu satırlarla üstünü örten ben
kelimelerle sargı bezi ve
melhem yapan
ozanlığı en çok kendini üzen ben
anladım
sadece öğlenleri açarım yaramı
ve hiçbir yerde şubesi olmaz
bu kanamalı hastanın
anladım.

Yilmaz Erdogan

ALFABE

Sağır ve dilsiz
ki okşarken
sevgilisinin tenini
elleriyle hem sevişir
hem konuşur



YALNIZLIK

Şemsiye yapımcıları
ıslanmaktan
tek kişiyi koruyacak genişlikte
kesince kumaşları
yağmur değil
yalnızlıktır yağan

Daha da hüzünlendirir her gece
kentin sokaklarını
bekçinin nefesiyle
düdüğün içinde dönen
nohut taneciğinin
yalnızlığı

Ne çok sevinirim bilseniz
bir yılan
mezarıma girerde
göğüs kafesimin kemikleri içinde
kış uykusuna
yatarsa

Sunay Akin

Erzurumlu

Istanbul'a gurbete giden Erzurumlu, dönüste karisina istanbul'lu hanimlarin, aksam eve dönen kocalarini, kapida nasil karsiladiklarini "Hos geldin kocacigim, üsümüssün, yorulmussun!" gibi kibar, nazik laflar ettiklerini anlatmis.

Belli ki o da karisinin kendisini öyle karsilamasini istiyor....
Aksam eve gelmis, kar, tipi, soguk, karisi kapiyi açmis :

-Uy kocacigim, it gibi titriyisen

Freitag, 25. Februar 2005

Hayvanlar aşık olur mu?

Marc BEKOFF*

Hayvanlarda aşk, farklı insanlar tarafından farklı yorumlanır. Bazı insanlar hayvanların birbirlerine karşı gerçek bir sevgi duymayacağını bile düşünürler. Ancak, aşkın insanlarda evrimsel öncüleri, yani hayvan aşıklar olmaksızın birdenbire belirmiş olması pek mümkün görünmüyor.


Kuzgunlar üzerinde uzmanlaşan biyolog Bernd Heinrich kuzgunların aşık olabildiklerine inanıyor. Heinrich, “Mind of the Raven'' (Kuzgun Zekası) adlı kitabında şöyle yazmış: '' Kuzgunlar partnerleriyle uzun süre birlikte olduklarından, onların da bizler gibi aşık olduklarını düşünüyorum. Zira bir çift olarak uzun bir birliktelik sürdürmek, belli bir içsel karşılık (ödül) gerektirir.'' Kuzgun anne babalar, yavruları için avlanmaları gerektiğinde işbirliği yapmak zorundadırlar. Gün boyunca birbirlerinin yakınında durur, yanyana uyur ve yumuşak sesler çıkarırlar. Birbirleriyle oynar, birbirlerinin tüylerini düzeltip tımarlar ve yiyeceklerini paylaşırlar. Kur yapma sırasında birbirlerini beslerken, sakince gagalarını bitiştirip dururlar. Konrad Lorenz kendisine Nobel ödülü getiren, “ Here I Am- Where Are You? The Behavior of the Greylag Goose'' (Ben Buradayım- Sen Neredesin? Yabankazlarının Davranış Biçimleri) adlı kitabında, “yabankazlarının kendilerine özgü ‘aşık olma’ süreçlerinin pekçok bakımdan insanlarınkine benzediğini'' söylemektedir. Bir kez bağlandılar mı, erkek ve dişiler birbirlerine yoğun sadakat gösterirler.


HAYVANLAR DA KUR YAPAR


Aynı erkek ve dişinin yılda bir kez birbiriyle çiftleştiği monogam türlerde bile, kur yapma evresi uzundur ve bağlılığın sürekli yenilenmesi gerekir. Koyotelerde ve kurtlarda, daha önceden birbiriyle çiftleşmiş olan erkek ve dişiler, birbirini ilk kez görmüş gibi davranırlar. Kur yapma sırasında birbirlerini tekrar tekrar koklar, takip eder, oynaşır ve sonunda diğerlerine kapalı bir birlik kurarlar. Davetsiz misafirlere geçit vermezler. Yeniden birleşecekleri zaman, iniltiler çıkarıp birbirlerinin burunlarını yalayarak, birbirlerini coşkuyla selamlarlar. Eğer dişiyle bir başka erkek çiftleşmeye kalkışırsa, erkek koyote bu oyunbozanı uzaklaştırıp dişisini korur. Aynı şekilde, dişi de çiftleşmek istemediği erkekleri reddeder. Güney Amerika’daki erkek tanukiler,''arzu haykırışı'' denilen, yavruların zor durumda kaldıklarında çıkardıklarına benzer bir sesle bağırırlar. Erkek, altın renkli çakallar kur yapma sırasında, “yalvarış çığlıkları'' atarlar. Bazı etologlar, bu haykırışları aşık olmanın işareti sayarlar.


KUŞ TÜRLERİ TEK EŞLİ


Heinrich’in ve Lorenz’in çalışmaları ışığında, kuş türlerinin yüzde 90’ından fazlasının tek eşli (monogam) olduklarını saptamak ilginçtir. Bu türlerin bazılarında erkek ve dişiler çok sıkı ve uzun süreli bağlılıklar kurarak yüksek bir doğurganlığa ulaşırlar. Bağlılıkları daha zayıf olan kazlar, sıkı bağlılıklar kuran çiftlerin doğurganlık düzeyine erişemezler. Tek eşli ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı olan, Bewick kuğularında, çiftleştikten sonra birbirine bağlı kalan çiftler, birbirinden ayrılanlara kıyasla daha çok yavru yaparlar. Dişi ve erkek arasında oluşan bağın dayanıklılığı, yakın ve sürekli bir aşk ilişkisinin kurulmuş olduğunu gösterir. Daha önce partnerleri ya da halihazırdaki gözdeleri, çiftleşmek için başkalarını seçtiğinden reddedilen hayvanları izleyin. Erkek koyotelerin, umutlandıkları bir partner tarafından kovulunca, bir yenilgi havasında başları ve kuyrukları eğik sessizce uzaklaştıklarına tanık olmuşumdur. Davranışları, herhangi bir partner tarafından reddedildiklerinde tamamen farklıdır.


HAYVANLARDAKİ ROMANTİK AŞK


Romantik aşk, bireyler eşlerini kaybettiklerinde ya da ölümlerine tanık olduklarında sergiledikleri derin kederden de anlaşılabilir. Erkek yabankazları partnerlerini kaybettikten sonra genellikle bir daha çiftleşmezler. Kaybettiklerinin acısını unutamazlar.


Hayvan aşkı gerçekte insanınkilerden daha karmaşık olamaz. İnsan aşkının tanımı konusunda bir fikir birliği yoktur, yine de aşkın varlığını inkar edemeyiz. Ayrıca insanlarda aşkın varlığı ya da yokluğunu anlama konusunda da yanılabiliriz. ABD’deki evliliklerin yaklaşık yarısı boşanmayla sona eriyor. Bazı nsanlar eski eşlerini ayrıldıktan sonra da sevmeye devam ettiklerini öne sürüyorlar. Kimisi ise, hiç aşık olmadığını söylüyor. İnsan aşkı gerçekten karmaşık. Belki de, hayvanlar duygularını süzgeçten geçirmediklerinden aşkları daha basit ve daha az gizemlidir: Hepsi aşk yaşayabilir, tabii eğer isterlerse…


(*) Düşünen Hayvanlar, Kitap Yayınevi
(Birgün Pazar / Dünya Yalnız Bizim Değil 28 Kasım 2004)

Mittwoch, 23. Februar 2005

Filler nasıl eğitiliyor biliyor musunuz?

Daha yavruyken, kalın bir zincirle hayvanın bacağı bir direğe bağlanıyor. Önceleri hayvan kaçmaya çalışıyor ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın ne zinciri koparabiliyor ne de direği yerinden oynatabiliyor.
Fil yavrusu ayağında zincirle büyüyor ve kaçamayacağını kabulleniyor. Özgürlük kavramını yitiriyor.
İşte bu noktada ayağındaki zincir çözülüyor ve yerine konulan ince bir halatla birkaç santimetre boyunda tahtadan bir çubuğa bağlanıyor. Fil, bu koşullarda kolaylıkla kaçabilecek olmasına rağmen olduğu yerde kalıyor. Çünkü hâlâ var olduğunu sandığı zincirini asla kıramayacağına inanıyor.

Çoğumuzun yaşamı da çocukluğumuzda koşullandığımız düşünce, duygu ve inanç kalıplarının esaretinde sürüyor. Olağanüstü yetenekleriniz, olağanüstü gücünüz var ve kullanılmayı bekliyor. Eğer yapabileceklerinizin hepsini yapmış olduğunuzu görebilseydiniz çok şaşırırdınız.

günaydın... günaydın...

"...nebatat inceden ürpermektedir /
günaydın bulaşıklar ve mutfak /
günaydın lan yaşamak."

Montag, 21. Februar 2005

Simurg Anka

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdârı olan Simurg Anka, bilgi ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.

Kuşlar, Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe, onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken, bir gün uzak bir ülkeden bir kuş sürüsü, Simurg'un kanadından bir telek bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak, Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekiyormuş. Kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce, bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan, o güzelim tüylerini bahane etmiş -oysa, tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış-, kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış, baykuş yıkıntılarını özlemiş , balıkçıl kuş bataklığını...

Yedi vadi üzerinde uçtukça sayıları an be an azalıyormuş. Altıncı vadi "şaşkınlık" yedincisi ise "yok oluş" vadisi imiş.

Kaf dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Simurg'un yuvasını bulunca öğrenmişler ki, Simurg Anka otuz kuş demekmiş

Onların hepsi de Simurg'muş.

Her biri de Simurg'muş

Kim yahu bu yüzde 18

Wall Street Journal adlı Amerikan gazetesinde 26 Ağustos 1983 tarihinde yer alan bir makalede, şöyle deniyordu:

"Amerikan diplomasisinin Türk generallerinden bilmelerini kesinlikle istedikleri nokta şudur: Toplumda bir gerginlik yaratmadan, seçimlerde Özal'ın partisinin kazanması, demokrasiye erken dönüş için esen bir ümit rüzgarıdır."

İşbaşındaki cunta şaşırmıştı. Kendileri adına iktidara gelmesi için MDP'ni kurdurmuşlardı 6 Kasım seçimlerinden önce; hatta Özal'ı veto ederek seçimlere girmesini engellemeyi bile konuşmaktaydılar.

Oysa ABD yönetimi alenen Özal'ı istemekle yetinmeyip bir de tehdit etmekteydi. Nitekim gazetede çıkan bu yazı Washington'dan teleksle Ankara'daki ABD Büyükelçiliği'ne iletilmiş ve "ilgililerin dikkatine" sunulmuştu. Aynı anda TC Washington Büyükelçiliği bu yazıyı çevirerek Dışişleri Bakanlığı'na göndermişti.
Telekste önemli bir not düşülmüştü: "Gönderdiğimiz yazı tümüyle Amerikan yönetiminin görüşünü yansıtmaktadır, bu nedenle de yetkililerin mutlaka dikkatine sunulması istenmektedir." (Y. Doğan, Dar Sokakta Siyaset, s. 16)

Hikayenin devamını biliyorsunuz. Ama "konusunu" unutanlar için aynı Wall Street Journal gazetesi 22 yıl sonra, 16 Şubat 2005 tarihinde bir makale daha yayınlandı. Birgün'de de manşetten verildi.

Türkiye'de gelişen Amerikan karşıtlığından dolayı hükümeti ve medyayı sorumlu tutan, ABD olmasa Türkiye'nin ne hallere düşeceğini sıralayan Robert L. Pollock imzalı bu makale şöyle bitiyordu: "Türkiye kolayca ikinci sınıf ülkelerin safında yerini alabilir: Dar kafalı, paranoyak, marjinal ve (tam da bu yüzden) Amerika'yla dostluğu bitmiş, Avrupa'da ise sevilmeyen bir ülke." Pollock'un ne dediği aşikar: Madem bu ülkenin muhalefetinde iş yok iktidarında da, İslamcısında da iş yok, laik olanında da; biz de derhal tenzili rütbede bulunuruz!

22 yıl önceki telekslerin benzerlerinin çekilip çekilmediğini henüz bilmiyoruz. Doğrusu son günlerde en illet olduğum hadise, ABD aleyhine yapılan her yorumun, derhal "komplo teorisi" şeklinde yaftalanması... Yani olup biteni algılamak için illa tarihe mal olması, aradan 22 yıl filan geçmesi mi gerekecek?
Kuşkusuz bu makalenin ardından ABD Türkiye'ye bir savaş açmayacak; ama bir niyet beyanı var! Asap bozucu değil mi? Türkiye'de yaşayıp da bunu okuyan birinin psikolojisi bozulmaz mı? Yani ABD'nin yürüttüğü psikolojik savaşa da mı itiraz etmeyelim?
CIA'nin ortalığa para saçmasından; Amerikalı yöneticilerin siyaseti dizayn etmeye soyunmalarından söz edince paranoyak oluyormuşuz.
Bizim kimi köşe yazarlarının "hadi canım o kadar da olur mu!" dedikleri türden şeyler bal gibi oluyor işte. Amerikalı gazeteci Bob Woodward'un yazdıklarından önceki haftalarda çeşitli kereler söz etmiştim. Adamlar birkaç Taliban komutanını satın almak için bile para döküyorlar; senin ana muhalefet partine müdahale etmeye elbet can atarlar.

ABD'nin İran ve Suriye ile dalaştığı sırada bu tür üslupta bir makalenin yayınlanması "tesadüf". Erken seçim konuşulmaya başlamışken,
Amerika'da istirahat eden Fethullah Hoca'nın destek verdiği Erkan Mumcu "tesadüfen" istifa etti. Bakın işte, buraya yazıyorum, Erkan Mumcu önümüzdeki dönemde "tesadüfen" Amerika'ya bir seyahat de yapacak. Bizim yine psikolojimiz bozulacak ve paranoyak olacağız!
Hakikaten tam bir psikolojik harp ağzıyla konuşuyorlar. Hayır, kastettiğim, "Amerikan kamuoyunun paranoyak, dar kafalı Türklere karşı hazırlanmakta olduğu; yarın öbür gün Amerikan vatandaşlarından, herhangi bir yeni cezalandırma girişimine de hak vermelerinin istenmesi" filan değil. Açık açık, Türkiye'yi yönetenlere "ayağınızı denk alın" diyorlar, bu kadar basit. Ve bunu ilk kez söylemiş olmuyorlar ki.
Aslında Pollock'un makalesinde yazılanlardan ziyade yazılmayan bir husus çok önemliydi. Buna da mim koyan Haluk Şahin oldu: "Bu gibi yazılarda her zaman sözü edilen askerlerden tek cümleyle bile bahis yoktu!"
Paranoyak olmayalım da ne halt edelim?


melihpekdemir@birgun.net
18 21/02/05

Samstag, 19. Februar 2005

Dadsız

BAL Mahmut, dostlar arasında şive taklitleri de yaparak anlattığı fıkralarıyla; Osmanlı'dan uzantılı sözlü mizahın, Çankaya sofralarından da geçmiş, kahkahalar yaratan bir zeka şelalesiydi.
ABD basınında ve siyasal kulislerinde; Türkiye'de yoğunlaşmakta ve resmileşmekte olan Amerikan aleyhtarlığıyla ilgili olarak yapılan saptama, yorum ve değerlendirmeler; Bal Mahmut'un neşeli bir anlatımla yaptığı bir nokta vuruşunu canlandırdı bendenizin belleğinde...
***
1. Dünya Savaşı'nda Enver Paşa'nın, Alman İmparatoru II. Wilhelm'in istediği doğrultusunda Rusya ile birlikte İtilaf Devletleri'ne; yani İngiltere'ye, Fransa'ya, İtalya'ya, Japonya'ya ve ABD'ye karşı ilan ettiği savaş ve o blokun Balkanlar'daki küçük bir parçası olan Romanya'nın işgali...

Bir Osmanlı zabiti, emirberiyle birlikte, kenti terk etmiş bir ailenin Bükreş'teki evine yerleşmiş. Evde kala kala sadece sarkık göğüslü, geniş kalçalı, yaşlı bir hizmetçi kadın kalmışmış.
***
Bizim Osmanlı zabitinin çakı gibi olan emir erinde, bir süre sonra bir sünepelik başlamış.
Zabit:
- Memiş, diye bağırdığında; ya gevşek bir "Emret kumandanım" yanıtı geliyor, ya hiç ses çıkmıyormuş.
Genç zabit yine bir gün bağırmış üst kattan:
- Memiş...
Üşengeç bir ses duyulmuş:
- Emret komutanım.
- Çabuk koş gel buraya...
***
Memiş, yorgunca adımlarla çıkmış merdivenleri ve bizim genç zabitin karşısında hazır ol durmuş. Hazır ol durmuş ama gözleri fersiz bakıyormuş.
Zabit:
- Ulan Memiş, demiş; doğru söyle, sen evdeki o ihtiyar hizmetçiyi şey ediyorsun değil mi?
Memiş:
- Ediyon kumandanım, demiş, ediyon.
Ve küçük bir ekleme daha yapmış:

- Ama dadsız...


c.altan@prizma.net.tr

BİR PROVOKATÖR ÜSTÜNDE

"Sen ölmedin, seni öldürdüler zavallı kadın."
T.F.
Sen çıkmadın
çıkardılar karşıma seni!
Kıllı, kara elleriyle tutup enseni
gövdeni yerden bir karış kaldırdılar,
sonra birdenbire
bırakıp yere
seni pantolonumun paçasına saldırdılar.

Bir düşün oğlum,
bir düşün ey yetimi Safa
bir düşün ki, son defa
anlıyabilesin :
Sen bu kavgada
bir nokta bile değil,
bir küçük, eğri virgül,
bir zavallı vesilesin!..
Ben, kızabilir miyim sana?
Sen de bilirsin ki, benim âdetim değildir
bir posta tatarına
bir emir kuluna sövmek,
efendisine kızıp
uşağını dövmek!.
Sen de bilirsin ki, jurnal esnafı, senin gibiler
tutulup kulaklarından birer birer
teşhir edilirler..
Ben, sadece söküp
bir fitnenin otuz iki dişini,
ve Babıâli kaldırımlarına döküp
geleceğini, geçmişini
aldım omuzuma işte bu teşhir işini....

Bir düşün oğlum,
bir düşün ve inkâr etme ki;
Keteon matbaasında ut çalıp
ayak şarkıcılarına beste talim eylemek,
ve o biçare Larus'un ırzına geçip
zatını âlim eylemek,
sana pek
zor geldi ki, demek;
aranızda dolaşır görünce
benim "Orhan Selim" adlı dilsiz
ve kolu bağlı gölgemi,
hemen azıya alıp gemi
Faşisto-demokrato-liberal
bir jurnal
yazıp
delikanlıyı yere çalmak
ve bir miktarı minasip elden almak
istedin!..
Elden alıp almamana
karışmam ama,
biz,
gölgemizi bile çiğnetmeyiz adama!

Bir düşün oğlum,
bir düşün, ey, göbekli patron veletlerinin
"Doğru yol" göstericisi,
bir düşün ey yetimi Safa,
bir düşün ve hatırla ki, son defa :
O, takma aslan yeleli Namık Kemal üstadın senin;
abanoz ellerinden
zenci kölesinin
som altın taslarla şarap içerek
ve "didarı hürriyet"in dizinde
kendi kendinden geçerek :
"Yüksel ki yerin
bu yer değildir,
Dünyaya geliş
hüner değildir!" demiş...
Sen de yükseldin uyup
onun sesine
"La dam o kamelya"nın fesli figüranlığından
Ahmet Haşimin "Degüstasyon"daki iskemlesine..

Bir düşün oğlum!
Bir düşün ve mezarların hududunu aşma!
Kendine güven üstat
babana değil,
bir ölüyü koluna takıp dolaşma!
Öyle zart zurt eşilmez toprağı gidenlerin!
Rahat bırak oğlum
rahat bırak uyusun
O muhterem "şehidi hürriyet" bey pederin!
Hem böyle daha iyi.
Çünkü bak ortada
ne yeni bir İngiliz-Boer
harbi var,
ne de tebrik isteyen bir İngiliz elçiliği...
Ölüleri rahat bırak oğlum.
Rahat bırak uyusun benim de gidenlerim!
Sen de bilirsin ki ben
ne dedemden
miras bekledim,
ne babamdan şeref, şan!
Hasep, nesep, kan, soy sop işinde yoğum.
Çünkü ne soyu sicilli bir buldoğum
ne de tecrübelik bir tavşan.
Ben sadece ölen babamdan ileri,
doğacak çocuğumdan geriyim,
ve bir kavganın adsız neferiyim..

Ey ihtisas mahkemeleri kaçağı
ve Despinis Kokonun aftosu,
ey marka malı kör
provokatör,
ve ey zavallı yetim...
Yoktur şimşiri kahrını inkâra niyyetim...
Kokla, çek ve iç,
üzülme hiç...
Billahi cihan bilir ki, sen
kahraman, ulusal muhaliflerimizdensin!
Kokla, çek ve iç
üzülme hiç.
Yalnız, ara sıra
bakıp aynalara
bir deve derisinden beli değnekli Hacivat düşün.
Bir düşün oğlum :
müdahin, çelebi hazreti Hacivatın
giyerek harp ilahı göbekli Marsın üniformasını
kahramanane bir dalkavuklukla hesap sormasını.

Bir düşün oğlum,
bir düşün ey sayın provokatör...
Her dövüşen sersemdir senin için
her anlayıp inanan kör.
Ve sen ki, bir fikre bağlanışın
azılı düşmanısın;
anlat bana nasıl oldu da şu,
anlat bana nasıl oldu da sen,
yanarak boynu müsellesli bir mason imanıyla
boyamak istedin Süleymanın çift sütununu
o biçare "hürriyeti efkâr"ın kanıyla?
Hem ne derin bir inanışmış ki, bu,
ne müthiş bir ateşle yanışmış ki, bu,
göze aldırmış sana
fenafil-maşrıkı âzam olmayı,
mason localarına üç defa bavurup
mason localarından üç defa kovulmayı.

Bir düşün oğlum,
bir düşün ve inkâr etme ki;
gizli gece yolculuklarından kalmadır senin alın terin.
Sen her gece
el ayak çekilince
"Nuvel Literer"in
bir arşınlık duvarından aşarak
ve parmaklarının ucuna basıp dolaşarak
yapraklarında onun,
apartırsın satırlarını birer birer
Cingözle beraber.

Fakat her duvar
bir karış değildir.
Her duvardan atlamayı kesmez senin gözün
ve her fikrin açılmaz kapıları
maymuncuğuyla Cingözün..
Okuman lazım evlat.
Evirip çevirmeyi, göze girmeyi, falan filan
bırakıp
okuman....

Bir düşün oğlum,
bir düşün ey yetimi Safa,
bir düşün ve benden öğren ki son defa :
FİKİR dediğin
şeyin
Karabet ustanın uduna benzemez suratı.
O, ne şapırtılarla çiğnenen bir sakız,
ne "Vatan-Silistre"de Abdullah çavuşun tiradı,
ne de "Bir Akşamdı"da müteverrim bir bayan ilacıdır.
O, şahlanmış bir savaş kılıcıdır.
Bu ata atlıyacak yürek
ve bu kabzaya bilek
gerek....

Nazim Hikmet

Türküler ve türkü söyleyenler.

Türkü söylemenin kolay görünmesi, türkülerin erişilmez sadeliğinden ve sağlamlığından gelir. Bundan dolayı da nasıl söylenirse söylensin, yine de bir şeyler kalır türkülerden.

Bu hal bir umursamazlığa, sanki aslında da türkülerin böyle söylendiği ve böyle söylenmesi gerektiği gibi yanlış bir yargıya götürebilir insanı.
Yorum ve üslup ancak entellektüel bir faaliyet olan sanata, sanat müziğine hasmış gibi gelirse de, bunun bir kuruntudan ve bir kendini beğenmişlikten geldiğini sanıyorum.

İlkel çağlara gittikçe türkülerin sihir ve kehanete karışması, ozanların vecde gelip kendinden geçmesi, herşeyden önce yorumla, karşısındakini etkileme çabasıyla ilgili görünüyor.

Türküler de operalar ve "lied" ler gibi çeşitli konularda ve değişik biçimlerde olduğundan onlar gibi renkli ve değişik icrayı zorunlu kılar. Bunun da bir yetki bir hüner işi oldugu açıktır. İnsan sesi çalgıların en soylusudur. Hiç bir çalgı insan sesinin anlatma gücüne sahip değildir. Fakat insan sesi de dahil, kullandığı çalgının yeteneklerinden yoksun olan kişi, hem kullandığı enstrumanı hem de o enstrumanla yaptığı işi yozlaştırır.
Şarkı söylemeyi meslek olarak seçen bir insan için, bu ( en azından ) bir klasik eğitim, bir ses eğitimi, bir müzik eğitimi, sözün kurallarına göre şarkı söyleme egitimi ve sonsuz bir insan sevgisi demektir.

Türkü söyleyen sanatçı ise, bununla beraber halkını ve türküleri meydana getiren kosulları iyi bilmeli. Bunların olmadığı yerde, iş herkesin kolayca yapabilecegi bir klişe icraya yönelir ki, bizim memleketimizde şarkı söyleme sanatı böyle olagelmiştir.

Bazılarının " halk gibi söyleyiş " dedişi de budur. Eger bir sanatçı bu yeteneklere sahipse, halk gibi söyleyecegim diye bu insanlara özenmesi ya da özendirilmesi bilgiye ve hünere karşı bir saygısızlıktır.

Acaba Sümmani halk gibi söylermiydi? Söylese "Sümmani tavrı" diye bir sey kalırmıydı? Acaba Veysel halk gibi söylermi? Bunları iyi biliyormusunuz? "Halk gibi" diye gösterilebilecek örnek bir tip yoktur. Sümmani, Veysel, Ayşe, Fatma, Mahzuni, Ruhi vardır.

Biz hepimiz halkız. Hepimiz kendi görgümüz bilgimiz içinde bir takım katkılar ve ayrıntılarla süsleriz bu türküleri. Türküler yaşayan bir varlık gibi iyisine ya da kötüsüne, bu kişisel katkılarla her an bozulup yeniden doğar.

Bu bizim elimizde olan bir şey degil. İmzalı bir sanat eseri gibi donduramaıyız biz türküleri. İyiki elimizde olan bir şey degil. Çünkü türküler o zaman yeniye karsı daima açık olan aslını ve otantik gücünü yitirirdi.... Bana " sen bu türkülerini nasıl söylediğini anlat " dedikleri zaman, bunlardan başka bir sey gelmiyor aklıma. Kısacası "Bu benim terbiyem icabıdır " diyemiyorum..

Ruhi SU

Freitag, 18. Februar 2005

Gönül Yarası filminden

Dağların inciri, dağların güzeli / İncir ağacısın, gam götürensin / Güller içindesin, güller içindesin / Gelin damadın yüreğidir / İncirimiz karadır, güzelimiz esmerdir / Gelin, ne güzel ve görkemlisin...”

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren
development