Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Mittwoch, 16. Februar 2005

Dilimizdeki hayvanlar

Çocukluğumuzdan beri dilimize bir çok deyim, özdeyiş, benzetme, argo ya da sövgü sözcüğü yerleşmiştir. O tür kullanışlar her dilde vardır, kuşaktan kuşağa intikal ederler, bazıları zamanla kaybolur, ama dile yenileri eklenir. Onların hepsi iyidir, dilin zenginliğidir diyemem.

Aralarında sınıf egemenliğine, ırkçılığa, milliyetçiliğe veya en yaygını da kadını küçümseyen erkek egemenliğine dayananlar az değildir. Ben burada, hayvanlarla ilgili olanlarına değinmek istiyorum...
İnsanlar kendilerindeki özelliklerin çoğunu çeşitli hayvanlarda buldukları düşünerek, günlük dilde hayvanların adlarını çok kullanırlar, ama bunun farkında değillerdir. Zira, onları kullanırken hayvanlardan değil, insanlardan söz etmektedirler.

O sözlerin bazıları olumludur, olumlu olanların önemlice bir kısmında uçan veya uçamayan kuşlar geçer: “kuş gibi" (“hür'' veya “hafif'') deriz ya da "kuğu gibi", "sülün gibi","tavus kuşu gibi", "keklik gibi" (sekmek), "güvercin gibi" (yumuşak), "kartal bakışlı","şahinim" veya "turnayı gözünden vurmak"...

Bu benzetmeler hep olumlamadır, hatta imrenmedir. Ama kuşların olumsuz olanları da vardır, akbabalar gibi, "karga gibi çirkin", "leş kargaları", "kaz gibi" (aptal), "sarsak kaz", "ördek gibi", "keklik gibi" (avlanrmak), "çantada keklik"... Bazıları nötrdür "serçe kadar küçük", "kanarya sarısı". Böceklerden kelebek güzellik ve zarifliği, arı çalışkanlığı, ağustos böceği gevezelik edip can sıkmayı (Lafontaine’de ise yarını düşünmemeyi), sivrisinek önemsememeyi, karınca (gibi üşüşmek) çokluğu anlatıyor. Su hayvanlarından "balık gibi yüzmek" övgüdür, "köpek balığı gibi" olmak kötüdür,
"yengeç gibi olmak" da. Bazan güneşte "istakoz gibi" kızarırız.

En yaygın başvurduğumuz hayvan benzetmeleri olumsuzlamadır. Her şeyden önce“hayvan'' kelimesinin kendisi küfürdür, en azından hakarettir. İnsanlara gıyaplarında da söylenir, yüzlerine karşı da. "Hayvan herif","hayvanoğlu hayvan" kızgınlığımızın en kestirme ifadelerindendir.

EN YAYGIN KÜFÜRÜMÜZ NEDEN 'EŞEK'?

Yine, en yaygın küfürler arasında “eşek" gelir, biraz daha şiddetlendirmek isterseniz, “eşşek'' diye şeddeli okursunuz, daha da ağırlaştırmak isterseniz, adamın babasını da katarak “eşşoğlu eşşek'' dersiniz. Asırlardır insanların kahrını çeken o sevimli, cefakâr hayvandan ne kötülük gördük ki, en yaygın küfürümüz onun adıyla anılıyor. O kadarla da kalmaz, yeri gelir “Eşek ölür, eşeklik baki kalır'' diyerek hayvancağıza hakaret üzerine hakaret yağdırırız.

Hayvancık ölse bile, ona yakıştırdığımız olumsuz vasıf sürer, insan ölür, insanlık baki kalır, demek ne denli olumlamaysa, gene insana ait
olan “eşeklik'' onun tam tersidir, biz ise birincisini kendimize, ikincisini eşeğe yakıştırmışız. Eşek’i sövgü olarak kullanmasak bile, istihzayla karışık şaka vesilesi yapmışızdır. Mesela, Nasreddin Hoca’dan söz ederken onun "karakaçanı"na da gülmeyi unutmayız.

Veya fıkra anlatırız: "Hoca Nasreddin tasarruf etmek için bir süre eşeğine yem vermez, sonra karakaçan sizlere ömür, “nalları diker'', Hoca da hayıflanıp durur: “Hay canına yandığımın, tam açlığa alışıyordu ki, ömrü vefa etmedi zavallının'' der, diye güleriz.

Güldüğümüz Hoca’nın kendisi olacağına, ondan çok, “açlığa alışamayıp da, terk-i dünya eden zavallı karakaçan''dır. Benim çocukluğumda, büyüklerimiz başkalarının yanında eşekten söz edeceklerse, özür dilerlerdi: Biçarenin adını kulanacak olsalar, örneğin, “hâşâ huzurdan, sütçünün merkebi hastalanmış, bugün süt gelmedi'' derlerdi.

Resmi dilde de eşek kelimesi tabi ki, ayıptı. Arazi çalışması yapan teknik elemanlar ağır malzemeleri yükseğe taşıtmak için bazen eşek veya katır kiralarlar, sahiplerine ödedikleri paraları “mekkâre'' kelimesiyle kayda geçerler.

Askeriyede “sürgün katırlar'' vardı, binicisini sırtından atarak yaralanmasına neden olan, bakıcısını ısıran katırları –cezaen “Doğu’ya sürülen memurlar gibi''- uzaktaki başka bir birliğe sürgün ederlerdi. Eşeği en olumladığımız cümle ise ne yazık ki dirisi değil, ölüsüdür: “Ölmüş eşek kurttan korkmaz'' diyerek, korkacak, kaybedecek bir şeyimiz olmadığını söyleyeriz, cesaret gösterisinde bulunuruz, eğer özne bizsek, kendimizi eşek yaparız.

“Kurt gibi'' deyimi bazan açlık için kulanılır, ayrıca “kurt'' tecrübe ve kurnazlığın birleşmesidir, yerine göre övgü, yerine göre sövgüdür. İnsanların çıkar için birbirlerini ezdikleri, yokettikleri kıyasıya mücadele ortamları “Kurtlar Sofrası"
dır. Veya, Fransızca’da da rastladığım insanın insana kötülük ettiğini söylemek için “İnsan insanın kurdudur'' sözü vardır. Köpeği sevenlerin, evlerinde köpek besleyenlerin dilinde bile hafifi “it'', ağırı “itoğlu it", daha ağırı "köppoğlusu" bulunur. Domuz, sadece Müslümanlar ve Yahudiler için değil, domuzu dinsel ve geleneksel olarak yasaklamamış toplumlarda da antipatiktir. Domuz sanırım her dilde ağır bir küfürdür. Bu özellik onun bitkilere zarar vermesinden ileri geliyor olsa gerek.

AYI NEDEN KABA-SABALIĞI SİMGELESİN Kİ

Ayı daha çok iri-yarılığı veya kaba-sabalığı betimler. Türkçe de, “ayı gibi herif'' ya da “çüş, ayı!'' “oha, ayı!'' vb. Ayı sadece Ruslarda küfür değildir. [Medved= ayı demektir, gülmeyin ama, bizim ağır sıklet şampiyonumuz Hamit Kaplan’dan en az 20-25 kg. daha ağır olan Rus güreşçinin adı Medvedev’di. O sevimli soyadını seçmiş olan soyu, günün birinde aileden 130-140 kg.lık bir dünya şampiyonu çıkacağını nerden bilsinlerdi? Zira, onlarda bizdeki “ayı gibi'' benzetmesi yoktu.) Dahası da, Soğuk Savaşın en şiddetli yıllarında Sovyetler Birliği Rusya ile özdeşleştirilir, o da karikatürlerde başında orak çekiçli bir er şapkası olan ayıyla temsil edilirdi. Veya Çarlık Rusyası'’ndan kalma “Rus ayısı sıcak denizlere inmek istiyor'' sözü Soğuk Savaşta çokça kullanılırdı. (Oysa, ayıyı politik küfür yapanların hepsinin kızlarının gece sarılıp uyudukları, seyahatlerde bile ayrılamadıkları Teddy Bear’leri vardı.) Yılan gibi, akrep, engerek, çıyan gibi (sinsi ve kötü) o benzetmeler arasında. Fakat bu ikisi insanların en fazla çekindikleri ve sevmedikleri hayvanlar arasında olduğu için, o benzetmelerin çıkması doğaldır. Sürüngenlerin, solucanların ağır bir küçümseme ifadesi olarak kullanılmasının haklı olduğunu düşünmüyorum. Kemirgenlerden, köstebek bir kuruluş adına başka kuruluşlara sızanlara deniliyor ve genellikle istihbaratçılarda kullanılıyor. Oysa, sevimli kemirgenin başka teşkilatlara bilgi ve haber sızdıran insanlarla ne gibi bir benzerliği var, bilmiyorum?

TİMSAH GÖZYAŞLARI

Hakaretleri hakeden başka hayvanlar da var, bunların başında çakal geliyor. Aslan avını yer ve artanı bırakır gider, sonra çakallar gelir. Başkasının sırtından geçinme çirkinliğidir yadsınan. Sırtlanlar, akbabalar, leş kargaları, kümes hayvanı çalan sansarlar, bitkileri mahveden çekirge sürüleri, kan emici kene ve sülükler haklı olarak yadsınmışlardır (sülükler tedavide kullanılmak gibi bir işlevleri olsa da.) Bize Batı’dan gelen “timsah gözyaşları'' benzetmesi isabetli bir benzetme olmadığı gibi, timsahın yavrusunu yediği hepten yanlış: Anne timsah kumlara gömdüğü yumurtalarını zamanı gelince kumlari eşeleyerek açar, yavrularını kocaman ağzının içine özenle alarak, götürür suyun içine bırakır, onları doğal yaşama ortamına kavuşturur. Bu nedenle, timsahın yavrularını yediği sanılmış ve dile öyle yerleşmiş.

YA ASLAN?

Aslan hayvanların şahı, ormanların kralı olarak geçer. Niçin şah veya kral da şahiçe veya kraliçe değil? Çünkü, aslan erkek egemen toplumda kudret, iktidar ve mücadele simgesidir, o ise erkektedir: "Aslan gibi delikanlı", "aslanlar gibi dövüşmek" vb. Tabi aslanı bu kadar överseniz, adaletsizliğine de razı olacaksınızdır, zira o “aslan payını'' kendisine ayıracaktır.

İnsanların en sevdikleri ve belki de sevmekten de çok saygı duydukları hayvan attır. Ama “at gibi'' sözü pejoratiftir. Dişlek, kemikli, suratı iri vb.anlamında kullanılır. Buna karşılık, “kısrak gibi'' denildiğinde bir olumlama vardır. "Katır gibi inatçı" veya "keçi gibi inatçı"dan, ikincisi daha ağır, birincisi hafif –hatta nötr—olduğuna göre, katıra olumsuz bakılıyor demektir. Ama katır tırnağı diye bir de çiçek bulunur. Aslan ağzı da hayvanla anılan bir başka sevilen çiçektir. Korkaklık tavşana, kurnazlık tilkiye, budalalık ve kaba sabalık öküze özgüdür. İnekte kaba sabalık değil, sadece budalalık vardır, “İnek gibi bakma'' derler. Çok çalışan öğrencilere inek, çalışmalarına da “ineklemek'' denilir, bunun anlamı kafası çalışmadığı için çok çalışarak o zeka kıtlığını giderdiği var sayılır. Ama işin nükte yanı da vardır, Ankara Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin yıllık bayramı "inek bayramı"dır. Ayrıca, Batı’da da, bizde de bazı takımların veya siyasi partilerin simgesi de hayvandır. Yazıyı uzatmamak için, sadece Fransızların ulusal sembollerinin horoz olduğunu anımsatlakla yetineyim.


HAYVANLARA YAKIŞTIRDIĞIMIZ HEP OLUMSUZLAMA

Ama hayvanlara yakıştırdıklarımız çoğunlukla olumsuzlamadır. Düşünürsek, aklımıza böyle pek çok olumsuzlama sözcüğü veya sözü gelir. Burada onların ancak bir kısmını anımsayabildim ve anabildim. Hiç olmazsa bu yıl, 4 Ekim Dünya Hayvan Hakları Günü’ndan başlayarak dil alışkanlığımıza girmiş hayvanlara sövmeleri azaltmağa gayret etmeye başlayalım. Nasıl ki sınıf, cins, ırk, ulus egemenliğine dayalı küçümseyici sözcük ve deyimleri kullanmıyorsak, hayvanları aşağılamayı da dilimizden çıkarabiliriz. İnsanların kendilerine özgü kötülükleri, olumsuzlukları hayvanlara yüklemelerine hiç değilse tek tek bireyler olarak kendimiz katılmış olmayız.

***

Bir Fransız arkadaşımız var, Jeomorfoloji doktorasını Türkiye’de yapmıştı, Paris’te Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde (CNRS) çalışır, çevre projeleri için sık sık Türkiye’ye gelir, Anadolu’yu çoğumuzdan iyi tanır. Bir defasında bir gözlemini iletmişti, “Van kalesini yetişkinlerle gezerken" demişti, "hepsi bana 1071 savaşından, Selçuklu Alpaslan’dan, Türklerin Van’ı nasıl aldığından söz ediyorlar, kaleyi savaşlarla, fetihlerle anlatıyorlardı. O sırada çocuklar da peşimize takılmışlardı, fırsatını buldukları, beni yalnız yakaladıkları anda, ‘Teyze teyze bak, tilki bu delikten kaçar, orada gördüğün kovuklar kuş pinidir (yuvasıdır), kalede kirpi bulursak eve götürürüz, kirpi yılanın düşmanıdır’ gibi çok daha reel ve yararlı bilgiler veriyorlardı."

Ne dersiniz, kalede çocukların dikkat ettikleri, ilgilendikleri ve bir yabancıya ilk tanıttıkları özellikler, yetişkinlerin anlattıklarından çok daha insani, değil mi?

***
Yalçın YUSUFOĞLU

( 4 Ekim 2004 Birgün Gazetesi)

Montag, 14. Februar 2005

Küçücük mutluluklar

Ancak kısacık ve küçücük mutlulukları olabilir sıradan ve sahici insanların. Bunu farketmezler bile ve bunu yalnızca şairler farkedebilir belki.
Kısacık ve küçücük mutlulukarı, sıradan ve sahici insanların, ancak şiire dökülebilir, şiir olabilir, başka türlü anlatılamaz.

Kısacık ve küçücük mutlulukları sıradan ve sahici insanların, ömre bedel olur. Bu bedeli hiçbir sıradışı varsıl ödeyemez; parası pulu yetmez.
Upuzun ve kocaman ve umutsuz mutlulukları yetmez. Zira herşeyleri olan varsılların, umuda ihtiyaçları yoktur.

Öyleyse herşeyleri vardır varsılların yalnızca umutları yoktur. Oysa hiç bir şeyleri yoktur sıradan ve sahici insanların.

Ancak kısacık ve kçücük mutlulukları olabilir ve upuzun kocaman umutları. Bunu ancak feylezoflar bilir. Sakallı marx buna devrim demiştir.
Sıradan ve sahici milyonlarca insan, bunu fakettikleri zaman, umutları devinir devrim olur...

Melih PEKDEMİR (meger adli kitap´dan)

Sevgililer Günü vesilesiyle

denk düştü, yazıyorum işte... "Size anne diyebilir miyim?" adıyla bir TV programı var. "Valla ben hiç seyretmedim, böyle şeyleri hazzetmem" diyenlerin, elbette saymadım atıyorum ama, en az yüzde doksanı yalan söylüyordur.

Efendim, program baştan aşağıya rezalet. Seyredenlerin yüzde doksanı da zaten böyle düşünüyordur.

Program, tek bir formata bağlı değil; aslında bir hisseli hıyarlıklar kumpanyası. Katılımcılardaki para ve sevgi karşıtlığını sürekli kışkırtan bir ana format, her seferinde daha izansız ve insafsız yörüngelere oturuyor. En son, damat adayları tek tek kapalı bir odaya alınıp sorgulanmaktaydı.

Soru şöyle: Kızlardan biri mi yoksa torba içindeki yüz altın mı? Aşk mı para mı? Yani ahlaksız teklif! Yüz altın teklifine hayır diyene, sunucu, "peki ya iki yüz altın?" diye haraç mezat ısrar ediyor. Cevap yine hayır, yani aşk! Ama sunucu henüz bir milyon altın teklif etmedi ki!

Her biri, "Maddiyatın ne önemi var, mühim olan aşkımız" filan derken, kocaman kocaman yalanlar söylüyor. Ekran başındaki herkes, bunların bu yarışmaya aşk meşk için değil para kazanmak, şan şöhret sahibi olmak için katıldığını bilmiyor mu? Yani yalan söylediklerini... İzleyenlerin büyük bir kısmı da huşu içinde yalana ortak olmuyor mu?

Dikkatinizi çekerim, bu televizyon kumpanyasının müptelasının çoğunluğu, hani şu alın teri döken, emekçi, cefakar sıradan ve sahici insanlarımızdır. Sosyolojik bakımdan "halkı" teşkil eden malzeme budur.

Oysa, Karacaoğlan'ı filan unutsa bile, aşk, kara sevda üzerine hissiyatını arabesk tarzda ifade ettiğinde dahi, "istemem ayrılık boynumu büksün, istemem aşkıma leke sürülsün" demeyi genetik olarak becerebilen bu toplum, şimdi mutasyona mı uğruyor?
Kumpanyanın eskiden yayınlanan bölümlerinde gelin damat adayları, sevgilerini tarif etmek için "ondan elektrik aldım" derlerdi. Bunu o kadar tekrarladılar ki, cılkı çıktı ve şimdi koro halinde "onun gözlerinden ışık aldım" demeye başladılar.

Valla burada komplo teorisi yapmıyorum ve tabii ki şaka yapıyorum ama, elektrik ve ışık deyince sizin aklınıza ne geliyor? Elbette ampul! Yani AKP... Çünkü ne oluyor biliyor musunuz? İnsanların çoğu bu programı hakıra tüküre seyrederken, reyting rekorları kırdırıyorlar. Reyting aldıkça program daha kalıcı hale geliyor; ya da benzeri "farklı" programlara gebe kalıyor.. Ve aynı insanlar, evet aynı insanlar, "gördünüz işte, bu ne biçim bir ahlaksızlıktır, bu ne korkunç çürümedir, bütün bunların sebebi maneviyat yoksunluğudur," deyip camilere doluşuyor ve manevi değerlere önem verdiğine inandıkları AKP'ye oy veriyorlar...

"Size anne diyebilir miyim?" gibi kumpanyalar sayesinde AKP oylarını artırıyor!

Toplum ahlaksızlaştırıldıkça AKP güçleniyor. Büyük çoğunluğu Müslüman olan toplum, Hıristiyan tarzıyla "günah çıkartıyor"; ama asla tövbekar olmuyor. Olsaydı, AKP oylarındaki ve bu program reytinglerindeki artış sürmezdi. En fazla yolsuzluk yapanların, hayır derneklerine bağış vermekte yarışması gibi, kolektif bir kendini arındırma haleti ruhiyesinde yaşamaktayız. Başımıza taş yağmıyor ama AKP'ye oy yağıyor. Eminim, başlıktaki soruyu aslında AKP yöneticileri münafıkça sorup duruyordur: Size seçmenim diyebilir miyim?

Solculuk zenaatinde, dışarıdan bilinç taşıyarak halkı bilinçlendirmek kolay olmuyor, işe yaramıyor, taşıma suyla değirmen dönmüyor; bu, tamam da... Lakin dışarıdan bilinçsizleştirme hiç zor değil. İnsanları hipnotize eden Televizyon Dini, dışarıdan bilinçsizlik taşıyor; hayır, belki de "İÇERİDEN" bilinçsizlik taşıyordur.

Televizyon evin içindeki şuursuz bir kutu; yani ev halinin bir parçası; çoğu insanın kaynanasının benzeri bir Semra'nım ise ev ahalisinin bir mensubu. Kale içten fethedilmiş. Daha ne olsun?

"Varsın yarin yanağı herkesin olsun, yeter ki her şey ve her yer BENİM için olsun" diyen bir sevgisizlik kültürüne karşı, hala "yarin yanağından gayri her şeyde her yerde hep beraber diyebilmek için" sözüyle direnen sevgililerin günü ise mutlaka kutlu olsun.

melihpekdemir@birgun.net

Sonntag, 13. Februar 2005

Hoş Geldin Ölüm

Hoş geldin ölüm
Buyur otur
Saklımız kalmadı
Dök eteklerinden taşları

Ben bir rüzgarım
Özgürlük rüzgarı
Bir yürekten bir yüreğe
Taşırım umutları

Ben bir dağ seliyim
Yıkarım duvarları
Yükselir kentten
Çorba kokuları

Ben bir denizim
Hırçın dalgalı
Ölüm nedir bilmeden
Döverim kıyıları

Bütün dostlar uyanık
Şafağı karşılıyor
Yan hücre kapıyı çalıyor
Kalk gidelim sıradakini bekletmeyelim

Nevzat Çelik (şubat 1983)

Donnerstag, 10. Februar 2005

Cigdem

Felsefe şeytanla muhabbettir

Mantık, bilim felsefesi, bilgi teorisi başta olmak üzere, felsefe tarihi, kültür felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren Prof.Dr. Ahmet İnam, Türkiye Felsefe Derneği Başkan Yardımcılığı'nın yanı sıra, ODTÜ Felsefe Bölümünün başkanlığını yürütüyor... İnam ile hayat üzerine konuştuk...

- Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?

Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var. Şimdi tabi bu lafı 1500 sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum.

Hayatımız kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle. İnsanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü, ama benim şikayetim bunların kötü olduğunu söyleyen insanlardan. Sürekli şikayet edene entel diyoruz. Ne kadar çok şikayet ederseniz o kadar entelektüel oluyorsunuz.

Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada mutlu demek memnun anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri görür fakat bunları kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür, yolunu yordamını bulur.

Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor. Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum. İşin beteri kendimizi adam yerine de koymuyoruz.

Yemek yemiyor artık çağımız insanı. Tıkınıyor. Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz. Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü ortada zevk yok. Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.

- Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden?

Hazların peşinden koşarak değil tabi. O da hayatımızı sürdürmek için, sabah sekiz akşam beş çalıştığımız işler kadar kokuşma belirtisi.

Eğlenmek için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor. Çünkü şu film seyredilecek deniliyor, herkes o filmi seyrediyor, şu yazar okunacak diye emir geliyor, herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan ne anlıyor? Madem ki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı. Ama fark da bize giydirilen bir şeye dönüşüyor.

Beymen'den giyinince farklı oluyorsun. Kendimizden kaynaklanmıyor. Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor. Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor aslında, birbirimize giydiriyoruz. Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir tehlike.

- Öğrencilerinizin yarısının anti-depresan kullandığı doğru mu?

Doğrudur. Bizim ODTÜ civarında hayat bir beladır diye algılanıyor herhalde. Sürekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye. Ailelerin de beklentisi büyüyor.

Ama küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma giriyorlar. O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki, acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor. Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla tahammül etmeye çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı gelişiyor.

- Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?

Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede duracağını bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun. Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş. İşkolik oluyorsun.

Başarısız olsan geride durmaya tahammül edemiyorsun. O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir hayatı seçmiş olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence. Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman anti- depresancı oluyorsunuz.

Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı olmak zorundasınız. Yani dünyaya posta atmış, egemen değerlerin dışında bir insan olmak gerekir. Dünyaya posta atabilmeniz için de önce kendi değerlerinizin olması gerekir.

- Mutsuzluk bulaşıcı mı?

Pısırık, güvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Mutsuz ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra ölürsün.

Mutsuzluk uzun sürmez. Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin. Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsız olursun. Onun için rahat olmak lazım. On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor. Orada yazanların tam tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.

- Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama olur demişsiniz. " Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?

Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm, bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum. Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz. Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı Farsça'sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer.


Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti. Yani bilge insan, hayatın içindedir. Leman'ı, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı yaşamı, yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur.

Bizde bilge, yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez biri olarak bilinir. Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur.

Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor.

Akademisyenlik kötü bir iş. Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün. Ya da hepinize yüz, ne fark eder. Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.

- Biraz da aşktan konuşalım mı?

Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir. Emek ister. Hormonu iyi salgılayan aşık olduğunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir ama aşk ayrı bir şey.

Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk. Hıyarların, hamhalat heriflerin işi değildir. Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir ateş düşüyor ve aşık oluyorum.

Yok öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir mi? Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da olmaz. Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim hemen diyorsan, orada aşk yoktur.

Ama aşk düştüğünde; kendimizi, hayatı, yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye çalışıyorsak, işte aşk odur. Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler.
Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak çok iş var.

Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir arkadaşın evine gidip yiyişeceğiz... Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız aşk falan yoktur. Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik. Aşka giriş bile yok burada yiyiş var. Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle bir yere bir ağaç dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı kitaplar okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.

Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk. Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla'yı sevmek değildir. Leyla'da bütün insanlığı sevmektir.

- Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?

Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum. Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini dinlerim, duvarlara bakıp öyle düşünürüm, belki yazasım gelir bir şeyler karalarım. Uykum gelince, bu dünya düzelmez arkadaş deyip yatarım.

Bugün de kurtaramadık dünyayı ne yapalım derim. Hesabi duruş, mutluluğu öldüren şeydir. Örneğin Nıetzsche, adam hayatı boyunca bunu anlattı. Ama Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla girişmek istiyorum bazen.

Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım. Benim insan gibi insan olabilmem, içimdekilerin olabildiğince bastırılmadan ortaya çıkabilmesidir. Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek zorunda kalıyoruz.

Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş. Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki insanlığı da bastırmışız. Hala içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık var.

Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz.
Bütün bu kalıplarım dışında felsefe; çözüm arayanların değil, soru soranların yeridir, şeytanla muhabbettir. Ne zaman ki şeytan sizi alt eder, o zaman insan olduğunuzu anlarsınız.


Emrah SERBES

Mittwoch, 9. Februar 2005

Sevgiyi nerede ögrenir bir erkek

Kır yaratıgı erkektir,kuskum yok bundan:insan olmayı ögrenmesi;Kadının tadından ve sıcaklıgından gecer....

Sevgiyi nerede ögrenir bir erkek,kadından önce?
Ayla Kutlu (Kadin destani)

Montag, 7. Februar 2005

Müslüman mahallesinde solculuk yapmak mı?

Geçen hafta, Yeni Şafak gazetesinde Fehmi Koru, ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Alper Taş'ın kongre konuşması vesilesiyle "Sol, Marksizm'den uzaklaştıkça dine ve dindarlara yaklaşabilmiştir" diye yazdı.

Oysa Marksist olduğunu bildiğim Alper Taş'ın "namaz kılanlar da partiye gelmeli" şeklindeki sözleri hem kendi politik duruşu hem de ÖDP kimliğiyle tamamen tutarlıdır. Cemevine giden bu partiye üye oluyor da, camiye giden olmuyor mu? Elbette oluyor.

Sağcılar hep solcuların dine imana düşman olduğunu söyler; aslında solcuların bir kısmı da, din sorununu hep Marx'ın "din bir afyondur" aforizmasını ezberden tekrarlayıp hallettiklerine inanmışlar ve dinsel akideleri kendilerine rakip olarak görmüşlerdir.

Neden?

Çünkü kitleler din afyonuyla uyutulurmuş ve kolayca sömürülürmüş! Oysa Marx bu benzetmesini yaptığında, yaşadığı çağda, afyon bir ilaç olarak kullanılmaktadır. Yani hastaların acısını dindiren bir ilaç; ve bu bakımdan basitçe bir ihtiyacın karşılanmasıdır.

İkincisi felsefi materyalizme bağlı solcuların sanki manevi değerlerden uzak durduğu ve maddiyatçı olduğu sanılır. Bu da çok saçma bir düşüncedir. Solcu olabilmek için her şeyden önce vicdan sahibi olmak lazımdır. Adalet, özgürlük, eşitlik, hakkaniyet... bütün bunlar vicdan sahibi insanların savunduğu manevi değerler değil midir? Marksist materyalizm ise tam da bu değerleri yücelten bir dünya görüşüdür.

Asıl sorun demek ki ahlaki değerlerin özünü oluşturan; "hırsızlık yapma, yetimin malına dokunma, tartıda adaletli ol, çocuklara şefkatli davran" diyen bir inanç sistemini (ki bu islamiyet, hıristiyanlık, budizm ya da ateizm olabilir) benimsemiş insanlarla nasıl beraber olunabileceği sorunudur.

Aksi halde; Kuran'ı istediğin kadar hatmetmiş ol, ama IMF ile yetimin hakkına el atıyorsan, kapitalizm adına hırsızlığa göz yumuyorsan, serbest piyasa diye fukaranın alın terini gasp ediyorsan, hükümette olsan da Hizbullahçı bir muhalif olsan da, aslında "mazlumun inandığı" dine de düşmansındır, sosyalizme de... Çünkü zalimin tarafındasındır. Emekçiye düşman olan nasıl "sahici dindar" olsun ki?

Alper Taş da elbette tek çözümü dindar olmakta, dinde göstermemişti. Bu dünyanın sorunları bu dünyaya dair ideolojilerle çözülür; ve bilim ile, aşk ile devrim ile.. Ama toplumun çoğunluğu dinin bir ihtiyaç olduğuna inanıyorsa, toplumsal bir dava peşinde olanlar, birbirlerinin dilini ve dinini ve bu arada dinsizliğine rağmen niyetini anlamak ve anlatmak zorunda değil midir?

Dinin acıyı azaltıcı etkisi, halihazırda Türkiye'deki milyonlarca insana tutunacak dal oluyor; şimdi bu dalı hoyrat bir şekilde neden kıralım ki? Yani daha fazla mı perişan olsunlar! Bunu elbette hiçbir solcu istemez. Peki kim ister? En başta dini imanı para olan kapitalistler ve dini siyasete alet edenler; yani siyasi İslamcılar.

Bu nedenle aklı başında her sol örgütlenme, şeriatçılarla, köktendinci örgütlenmelerle arasına bir duvar çekmektedir.

İnsani boyutta ise her ilaç gibi dinden de aşırı dozda faydalanmaya kalkışınca; bu haleti ruhiyenin yan etkisiyle elbet hayatın dışına atılırsınız. Bu dünyanın çözümlerinden kaçarsanız, daha ölmeden "öbür dünya" cehenneminde şimdiden yaşatılırsınız.

Oysa kendi halinde dindar emekçiler; hakkaniyet, adalet, eşitlik gibi manevi değerleri solcu bir platformda bu dünyanın kavgası olarak sürdürme imkanlarına sahiptirler.

"Benim anneannem de başörtüsü takardı" riyakarlığının ötesinde, solculuk hakikaten en rahat, önyargısız şekilde "Allah korkusu" yani vicdan sahibi insanlarla da birlikte olabilmektir.

Çünkü asıl korkulması gereken hiçbir şeyden korkmayan insanlardır; yani kendisine dindar deyip sömürmekten, yetimin hakkını yemekten geri kalmayanlar. Ama "Allah korkusuyla" da olsa bu tür zalimliklerin uzağında duranlar, solcuların yakınında olanlardır.

Müslüman mahallesinde solculuk yapmak ise; mazlumların manevi inançlarında da keşfedilecek ortak payda ve konuşulacak ortak dilden hareket edip dünyevi bir mücadelede başka bir hayat peşinde koşmaktır.

melihpekdemir@birgun.net

Donnerstag, 3. Februar 2005

gene bir söz

"Tasi delen suyun gücü degil,damlalarin sürekliligidir"

Ömer hayyam

Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacagimi da yazmissin önceden.
Demek günah isleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?

Sair Esref

" Her biri kendince zulüm etmekte:
Insan bir memur görünce eskiya saniyor...
Ey zavalli,bos yere yakinma,bagirip çagirma;
Çünkü ezilenlerin ahini isiten hükümet bunu musîki saniyor! "

Mittwoch, 2. Februar 2005

Bir söz daha

Her aşk, bitki isimleri ile başlar, hayvan isimleri ile biter.'
Cem Yılmaz

Dienstag, 1. Februar 2005

Bir söz

Hiç kimse senden iyi değildir, ama sen ortaya bir şey koyamazsan, sen de hiç kimseden iyi değilsin.
Anonim

Freitag, 28. Januar 2005

UÇUŞ

Sabahın üçü filan olacaktı
Çıktığımda meyhaneden
Bir ara sokakta buldum kendimi
Daracık pis
Başımı kaldırdım ki
Çatıların çevçevesinde ay
Ama ne ay


Bir sarhoş bilmediğim bil dilden
Bana Leyla‘sını sordu
Anlattım
Burdan doğru gideceksin
Sağa sap
SoIa dön
Git git
Yine sola
Sonra sağa
Dik bir yokuş
Yokuştan çıkacaksın
Bir duvar gelir önüne
Tırmanacaksın
Duvarın üstünden uçacaksın
Sapmadan sağa sola
Doooğru uç uç uc
Taaa ay‘a dek
Varınca aya
Leyla‘nı orda bulacaksın
Sarhoştu ama inanmadı
Ben de Leylama gidecektim
Bak işte böyle dedim
Pırr diye uçuverdim
Aya Kondum
Enayi yerden baka kaldı

Aziz Nesin

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren
development