Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Donnerstag, 27. Januar 2005

Sol neden başarısız?

Bu hafta sonunda, Meclis'te solu temsil ettiği varsayılan CHP'nin tantanalı olağanüstü kurultayının gölgesinde, sessiz sedasız bir başka parti konferansı daha yapılıyor... Benim de kurucuları arasında yer aldığım ÖDP'nin dokuzuncu konferansı.
ÖDP dünya çapındaki gelişmelerin sosyalizm tarihi açısından da bir dönüm noktası olduğu düşüncesiyle, solun kendisinin de yenilenmesini amaçlayan bir parti olarak kurulmuştu. Bir yanda küreselleşme sürecinin gündeme soktuğu yeni sorunlar, diğer yandan belki de aynı sürecin bir parçası olarak sosyalist sistemin yaşadığı büyük çöküntü, solun eleştirel politika ve stratejilerinin yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Türkiye solu ve emek güçleri, küreselleşmenin dayattığı bir yeniden yapılanma krizi içinde bir yandan sürece müdahil olma ve emekten yana bir yönlendirme imkanı ararken, diğer yandan belki kendi geçmiş zaaflarını aşma ve geçmişin bütün devrimci potansiyellerini ciddi bir devrimci politik güce dönüştürmenin yolunu da bulabilirdi.
Bu imkanın ne kadar değerlendirilebildiği ve ÖDP'nin başlangıç hedefleri bakımından ne kadar başarılı olabildiği, yönetim-karar mekanizmalarının işleyiş ve seçim süreçleri, çalışma tarzı bakımlarından alternatifi olma iddiasında olduğu burjuva parti formlarından ne kadar farklı bir pratik gerçekleştirebildiği bu gün elbette tartışılabilir
Tartışmasız olan tek şey, bugün ülkemizde yaşanan büyük 'sağa savrulma' olgusuyla birlikte, solun en zayıf dönemlerinden birinin yaşanmaya devam ediliyor olmasından ibarettir.
Bu durumun elbette dünya çapında yaşanan gelişmelerden kaynaklanan nedenleri var: Küreselleşme bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de liberal bir değişim rüzgarı estirdi. Türkiye'nin hiç de küçümsenmemesi gereken devrimci potansiyelleri politik süreçlerin dışına sürüklendi; gelişen liberal dönüşüm süreçleri karşısında sağlam bir ideolojik-politik muhalif duruşun geliştirilememesi, AKP politikalarına soldan örtülü ve sessiz bir onay, hayırhah bir tavır gösterilmesini sağlayan bir ortam oluşturdu; vb...
Bütün bunlar ne kadar doğru olursa olsun, bugün içinde bulunduğumuz durumun içe sindirilebilmesi mümkün değil. Bu noktada kendi sorumluluklarımızın ve zaaflarımızın da açıklıkla ortaya konulması ve tartışılması da gerekir. ÖDP kongresi bu bakımdan da bir fırsat olmalı.
Birgün gazetesinin okur sayfasının bana ayrılan bu köşesinde haftada bir bu konulara dair yazılar yazıyorum. İki hafta önce gene bu konuda, solun içe dönük rekabet anlayışlarının vardığı uç noktayı sergilemesi bakımından 12 Eylül öncesine dair bir örneği konu ederek yazdığım yazıya olumlu-olumsuz tepkiler gösterildi. Anlatmak istediğim, 'biz ne kadar haklıydık, ötekiler ne kadar haksızdı' tartışmasının çok ötesine, kısaca şundan ibaretti: 12 Eylül'e beş kala, yaklaşan felaketi bile bile veya farkında olmadan ne yaptığımıza bakarak, geçen yirmi beş yılın ardından, tarihimizin bu en dramatik dönüm noktalarından birinin prizmasında, bugün bile sürüp giden zaaflarımız hakkında -kendimizi hiç de dışında tutmadan- düşünmemiz ve bazı sonuçlar, dersler çıkarmamız mümkün değil mi? Medyanın konunun magazinel yanlarıyla ilgilenmesi doğal. Ama verilen yanıtların birçoğu, solda da olayı hala bir iç rekabet konusu olarak gören yaklaşımların yaygınlığını gösteriyor. Benim yazdıklarıma karşı bazı arkadaşlar 12 Eylül darbesinden, devrimcilerin sorumlu tutulamayacağını açıkladı, sanki öyle demişim gibi! Kimileri de, "o dönemde mücadele sınıf temelinde olsaydı böyle olmazdı" anlamında yanıtlar verdi.
Belki konunun en kısa özeti şu: Solun başarısızlığının önündeki en büyük engellerden biri, solun kendisinden başka bir şey değil. Bir arkadaş "solcu solcunun kurdudur" dedi.Solda altmışlı yıllardan bu yana sürüp giden mücadeleler içinde kimisi o günün koşulları içerisinde kişisel ve siyasi nedenlerden, kimisi dünya çapındaki (Çin, Sovyet, Arnavutluk, Troçkist, Maoist…) bölünmelerden kaynaklı, kimisi başka nedenlerden oluşmuş kırılmalar, ayrışmalar, saflaşmalar, aslında kendi tarihlerinden de koparak ve kendi altlarında yeni türevler yaratarak ve bugünün dünyasında hangi ihtiyaca karşılık düştüklerine hiç bakılmadan, kendi başarısının ölçüsünü diğerlerinin başarısızlıklarında arayan, birisi bir adım ileri gidecek, küçük de olsa bir başarı gösterecek olsa, onun karşısına öncelikle diğerlerinin çıktığı, böylece sanki hep birlikte solun başarısızlığı için çalışıldığı bir mücadele geleneğini de beraberlerinde taşıyarak, sürüp gidiyor.
Hayır, haksızlık etmiyorum. Türkiye sol, sosyalist devrimci hareketlerinin hiç de küçümsenmemesi gereken birikimler taşıdığını biliyorum. Ama solun bugünkü durumu bu birikimleri ifade etmeye yetmiyor. Bunun için ÖDP ile başlamış olan 'solun kendisini yenileme mücadelesi' belki bugünün koşullarına göre kendisini yeniden tanımlayarak daha büyük bir kararlılık ve cesaretle devam etmeli.

Oğuzhan Müftüoğlu oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Sonntag, 23. Januar 2005

NELERE ÖNEM VERİYORSUNUZ ?

Birgün New-yorkta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya çıkarlar. Gruptan biri Kızılderili dir. Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yolda çalışma yapan işçilerin araçlarının çıkardığı gürültü, araçların korna sesleri arasında ilerlerken Kızılderili kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyler ve aranmaya başlar.

Arkadaşları bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler. Aralarından bir tanesi inanmasa da onunla birlikte aramaya devam eder. Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür, arkadaşıda arkasından takip eder. Binaların arasında birkaç tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cır cır böceği bulurlar. Arkadaşı Kızılderili ye "senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun" diye sorar.

Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek, arkadaşına kendisini izlemesini söyler. Kaldırıma geçerler ve kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlayarak atar. Birçok insan bozuk para sesinin ceplerinden düşen bir para mı diye, sesin geldiği yöne doğru bakar.

Kızılderili arkadaşına dönerek, "Gördün mü önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğine bağlıdır. Herşeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin" der...

HERŞEY SENDE GİZLİ

Her şey sende gizli:
yerin seni çektiği kadar ağırsın
kanatların çırpındığı kadar hafif..
kalbinin attığı kadar canlısın
gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...

Sevdiklerin kadar iyisin
nefret ettiklerin kadar kötü..
ne renk olursa olsun kaşın gözün
karşındakinin gördöğüdör rengin..
yaşadıklarını kâr sayma:
yaşadığın kadar yakınsın sonuna ne kadar yaşarsan yaşa,
sevdiğin kadardır ömrün..
gülebildiğin kadar mutlusun üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
sakın bitti sanma her şeyi, sevdigin kadar sevileceksin.

güneşin doğuşundadır doğanın sana verdigi değer
ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
bir gün yalan söyleyeceksen eğer
bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.

ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
ve güclü hissettiğin kadar güclü.
kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.. iste budur hayat!

işte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
bunu unuttuğunda aldıgın her nefes kadar uşürsün
ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
çicek sulandığı kadar güzeldir
kuşlar ötebildiği kadar sevimli
bebek agladığı kadar bebektir
ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da ögren,
SEVDİGİN KADAR SEVİLİRSİN...

Can Yücel 02/11/2000

Donnerstag, 20. Januar 2005

DOĞRU TERCİH

Şirketin insan kaynakları yöneticisi, iş başvurusuna gelen adaylara bir soru sormuş;


“Sorunun doğru cevabı yok, vereceğiniz cevap sizi tanımamızda etkili olacak. Karanlık, yağmurlu bir gece, yağmur yağıyor, fırtına var, gök gürlüyor ve siz sabaha karşı iki sularında yalnız ve ıssız bir yolda araba kullanıyorsunuz. Araba iki kişilik. Biraz ilerde otobüs durağında üç kişi bekliyor. Birincisi doktor, daha önce hayatınızı kurtarmış. İkinci kişi, çok yaşlı ve hasta. Soğuktan ölmek üzere. Üçüncüsü, aşık olduğunuz ve bugüne kadar söyleme fırsatı bulamadığınız kişi. Hava gittikçe kötüleşiyor ve arabanızda sadece bir kişiye yer var. Böyle bir durumda ne yapardınız?”


Görüşmecilerden bazılarının cevapları tahmin edebileceğiniz gibi şöyle:


A. Hasta adamı en yakın hastaneye götürürdüm.


B. Doktor daha önce hayatımı kurtardığına göre onu alırdım.


C. Hasta adam tabi ki önemli ama, kendi geleceğim ve hayatım için, aşık olduğum kişiyi alırdım.


Yine de cevap verenlerin yüzde 90’ı yaşlı adamı alacağını söylemiş. Ancak sadece bir kişi işe alınmış. Alınan kişinin cevabi şu;


“Arabadan inip anahtarı doktora veririm, doktor benim hayatımı kurtardığı gibi yaşlı adamı da hastaneye yetiştirip iyileştirebilir, böylece ben de hayatımın aşkıyla otobüs durağında baş başa kalırım, üzerimdeki montu ve şemsiyemi ona verir, sonra da aşkımı ilan ederdim!”

kalk lan

Adam müftüye gitmiş, "Yahu, hakikatten biz cennete gidince huri alacak mıyız?" demiş. Müftü, "Namazını kılar, orucunu tutar, zekatını verirsen 4 huriyi alacaksın tabii" demiş. Adamın derdi başka, "Peki benim hanım cennete gidince ne olacak?" demiş. Müftü de demiş ki, "Ona da 4 Nuri düşer."

"Nasıl yani" demiş bizimki, "Hanımla aynı haklara mı sahibiz?", "Elbette", demiş müftü. "Karın da namazını kılar, orucunu tutar, zekatını verirse, cennete gider ve 4 Nurisine kavuşur."

Adam kös kös evine gitmiş, bakmış karısı namaz kılıyor, tekmeyi basmış, "Orospu mu olacan sen lan" demiş.

Freitag, 14. Januar 2005

rahip Desmond Tutu

Güney Afrikalı, Nobel ödüllü rahip Desmond Tutu'nun şu sözleri ünlüdür:

"Misyonerler Güney Afrika'ya geldiklerinde toprak bizde, İncil onlardaydı. Sonra bize 'Gözlerimizi kapatalım, dua edelim' dediler.

Gözlerimizi açtığımızda gördük ki İncil bizde, toprak onlardaydı."

Sorular, yanıtlar, tartışmalar

Geçen yıl en çok tartışılan konu AB meselesi oldu. Öyle görünüyor ki bu nafile tartışma önümüzdeki yıl da sürecek. "Nafile" diyorum, çünkü geçen yılın tartışmalarında görülen o ki, kimse kimseyi ikna edemiyor. Herkes kendi düşüncesinde ısrarlı.
Gazetemizin değerli yazarlarından Rıdvan Akar geçenlerde benim bu konudaki düşüncelerimle ilgili (ve oldukça hoş şarkı sözleriyle bezediği) tartışma yazısını şöyle bitiriyordu: "Türkiye sosyalistlerinden henüz 'Biz de AB'ye üyeliği destekliyoruz çünkü...' diye meydanlara çıkan yok. Geçtiğimiz sefer bir şarkı yazıp, Müftüoğlu'nu güldürmüştük. Bu defa -Çiğdem Anat'ın- bir roman adıyla bitirelim: Hayat geçiyor, sen neredesin?"
Madem bu konu önümüzdeki yıl da gündemde kalmaya devam edecek, yeni yılın bu ilk yazısında, Rıdvan'ın eleştirileri vesilesiyle, düşüncelerimi bir kere daha kısaca özetlemeye çalışayım.
AB konusunda karşımıza çıkan en yaygın ve ilk bakışta son derece makul görülen soru ya da düşünce tarzı şu: "Kardeşim sen Türkiye'nin AB'ye üye olmasına evet mi diyorsun, hayır mı diyorsun?" Rıdvan da herkes gibi bu sorunun yanıtını istiyor, evet veya hayır dışında politik bir tutumun olamayacağını düşünüyor. Bence bu hatalı bir düşünce.
Ben önce Rıdvan'ın önerdiği gibi, neden Türkiye sosyalistlerinin "Biz de AB üyeliğini destekliyoruz" diye meydanlara çıkmasını doğru bulmadığımı anlatmaya çalışayım. Her şeyden önce bugün Türkiye'nin egemen sınıfları, uluslararası tekelci sermayeyle bütünleşmiş sermaye kesimleri ve onların denetimindeki devlet bürokrasisi, AB'ye üyelik konusunda tercihlerini çoktan yapmış, kararlarını çoktan vermiş durumdalar. Hemen bütün egemen sınıf partileri de bu politikanın uygulayıcısı konumundalar. Zaten AB sürecinin en önemli parçalarından biri olan "Avrupa Gümrük Birliği Anlaşması" imzalanalı on yılı geçiyor. Bu anlaşmayla Türkiye, AB ile ilişkilerinde vereceği ekonomik tavizlerin çoğunu kabul etmiş oldu. Bu noktadan sonra tartışma konusu olan şey Türkiye'nin AB'ye tam üyelik koşullarının, zamanının, şeklinin, şemalinin AB hükümranlarınca belirlenmesinden ibarettir...
Bu koşullarda solun "AB'den yanayım" şeklinde bir politika yürütmesinin, bu egemen sınıf siyasetinin pasifçe desteklenmesinden başka bir manası da yoktur. Daha önceki bir yazımda da söylediğim gibi, böyle bir politika -sonucu değiştirme açısından- belirli bir yöne doğru giden bir trende oturduğun koltuğu ileri doğru iteklemekten başka bir anlam taşımaz. İkincisi ve daha önemlisi, AB sürecinin niteliği açısından, ona angaje olma anlamına gelecek bir politik tutumun yanlışlığıdır. AB süreci bugün küreselleşmenin bütün özelliklerini sergileyen bir yapıya dönüşmüştür. Onun son dönemlerde özelleştirmelere ve sosyal hakların tasfiyesine hız veren, neo-liberal, serbest piyasa esasına dayalı ekonomik kriterleri, İMF, DTÖ, DB gibi uluslararası sermaye kuruluşlarının yürüttüğü ekonomi politikalarıyla birebir örtüşür bir özellik göstermektedir. Keza bugünkü AB tümüyle sermaye egemenliğine dayalı, temel karar mekanizmalarına Avrupa oligarşisinin hakim olduğu bir yönetim yapısına sahiptir. Zaten bu özelliklere sahip olan AB egemenleri, Türkiye'nin eşit koşullardaki bir üyeliğini benimsememekle birlikte, yürüttükleri dünya politikası açısından Türkiye'yi dışarıda tutmayı da uygun görmemektedirler. Keza çeşitli Avrupa devletleri de AB sürecinin alt başlıkları arkasına gizlenmiş şekilde farklı siyasetler yürütüyorlar.

Bu nedenlerle Türkiye sosyalistlerinin sokaklara çıkıp, "Biz AB üyeliğine evet diyoruz" diye mitingler düzenlemesinin, çok doğru ve gerekli bir politika olduğu söylenebilir mi? Bize göre bu koşullarda bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değil. Bu yaklaşımın en özet ifadesi de kısaca "AB'ye evet demeye hayır!"dan ibaret.

Bu noktada, "Madem böyle düşünüyorsunuz, o zaman neden 'hayır' diye ortaya çıkmıyorsunuz" denebilir. Bize göre bu sorunun yanıtı da oldukça açık. Bugün sermaye kesimleri arasında AB yanlısı olanlarla karşı olanlar arasında bir mücadele ve tartışma var. Sermayenin uluslararası sermaye ile görece bütünleşememiş kesimleri, statüko yanlısı bürokratik milliyetçi güçlerle birlikte AB sürecine karşı bir muhalefet sürdürüyor. AB süreci, küreselleşme sürecinin de bir parçası ve gereği olarak, bu eski tutucu yapıyı bozan, taşları yerinden oynatan "ilerici" bir işlev de yerine getiriyor. Bu süreci gerçekten demokratik ve ilerici bir gelişme olarak sahiplenmek ne kadar yanlışsa, ona karşı eski yapıyı savunanların safında yer almak da o kadar yanlış bir tutum. Bu nedenle ve bu koşullar altında solun AB sürecine karşı olan statüko yanlısı milliyetçi güçlerle (bazılarının yaptığı gibi) birleşerek ortak bir mücadele yürütmeye kalkmasının saçmalığı ortada. Böyle bir tutumu haklı göstermek için ileri sürülen sözde anti-emperyalist söylemlerin de tutarlı bir yanı yok. Türkiye'nin AB üyeliği, AB emperyalizmiyle bir sömürü ilişkisi kurulması olarak görülecek bir ilişki değil, sömürü ilişkisi şimdi zaten var.
Bütün bu nedenlerle sol açısından bu konu üzerine yürütülen tartışmayı bir "evet-hayır" çerçevesine sıkıştırmak pek anlamlı bir şey olarak görünmüyor. Bu yaklaşımın, bugün yaşanan gelişmeler karşısında politikasızlık ve tavırsızlık olarak görülmesi veya öyle anlaşılması da doğru değil.
Türkiye AB'ye tam üye olacaksa olacak, şimdi daha muhtemel olarak göründüğü gibi özel bir statü ile sınırlandırılmış bir üyelik verilecekse, Türkiye egemenleri onunla yetinecek. Her ne olursa olsun, Türkiye'de solculuk ve devrimcilik, bugün başka türlü olmasına solun gücünün yetmediği bu verili koşullar altında yürütülecek.
Yani demem o ki, sosyalist dünya görüşü bu verili (AB sürecine endekslenmiş ) koşullar altında ve bu verili düzene karşı mücadele içinde ve de eskimiş düzeni savunma hatasına da düşmeden kendisini yeniden var edebilecek. Her neyse, bu konuyu, ve bu konuya kenardan müdahil olan "emeğin Avrupası" bağlamındaki konuları, önümüzdeki yıl boyunca da arkadaşça tartışmaya devam edeceğiz.

Bu tartışmada hiç değilse bir konuda zayıf kaldığımı kabul etmek zorundayım: Rıdvan'ın şarkı sözleri! Bu konuda ona yanıt vermekte zorlandığımı itiraf etmek durumundayım. Gene de, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
İşte benim yanıtım da sevgili Can Yücel'in bir şiirinden, aklımda kalan iki dize:

"Başka türlü bir şey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta benzer..."


Oğuzhan Müftüoğlu 07/01/05 (Bir gün Gazetesinden alinmistir)

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Sonntag, 2. Januar 2005

Yeni diye diye

Nerede ne zaman duysam içim titrer. Kim söylerse söylesin yüreğime saplanır. Ağzımdan her çıktığında, gazetede dergiden kitapta her gördüğümde içime bir kuşku düşer. Acaba derim, kocaman bir yalan mı diye düşünürüm..
Tek başına da olsa, bir sözcükle birlikte de söylense çok önemli bir sıfat “yeni..” insan için.
İnsanlık için de öyle değil mi?
Yeni dünya, yeni muhafazakar ,yeni sol, yeni piyasa, yeni düzen diyerek altını üstüne getirmediler mi evrenin? Getirmiyorlar mı? Yeni diye diye can alıp kan dökmüyorlar mı?
Sabah kahvesinin ilk yudumundan sigaranın ilk nefesine geçerken şöyle bir düşünün. Kaç yeni yılınız geride kaldı..? Kaç kez yeniden dediniz..? Kaç kez yeniden yenildiniz..? Kaç kez yeniden başladınız kavgaya, arayışa ve hatta aşka..
**
Hani yeni yılın ilk yazısını yazmasam büyük olasılıkla “ne yenisi..” diye başlardım yeni yılın ilk gününe. İnsanların yeni yılın ilk gününü ağzına kadar mutlulukla doldurma eğiliminde olduğunu bilmesem “ne yeni yılı..” der geçer giderdim. Ama hiç olmazsa kahve bitene, çay tazelenene kadar keyfini çıkaralım diyorum yeni yılın.
Tamam. Cinayeti, rüşveti, hırsızlığı, yağmayı, soygunu, hortumu, tecavüzü, işkenceyi, copu, jipi, biber gazını görmeyelim.Peki. Faili meçhulü, baskını,saldırıyı, yargısız infazı, şehit edilenleri,ölü olarak ele geçirilenleri cezaevlerini, ölüm oruçlarını duymayalım. Kabul.İşsizliği, açlık sınırını, yoksulluğu,savaşı, silahı, uyuşturucuyu, fuhuşu, mafyayı, medyayı, özgürlüğü, bağımsızlığı, vatan pazarlamayı, cennet kiralamayı bir yana bırakalım. Hadi bakalım, nasıl olacaksa, hep birlikte ele ele gönül gönüle keyfini çıkaralım yeni yılın.
**
Ciddi olalım en başta. Hakça davranalım.İyimser olalım. Ülkemizin refahı, bölgemizin ferahı için yapılan iyi şeyleri de görelim. Bardağın sadece boş tarafı olmadığını görelim. Kendimize güvenelim. Yeter ki isteyelim.
Bu milletin gerektiğinde “direkleri altından, yelkenleri atlastan gemiler..” yaptığını anımsayalım.Bu milletin gerektiğinde “Yedi Sekiz Hasan Paşalardan..” sadrazam, imamlarda başbakan çıkardığını unutmayalım.
Vaşhington’dan Brüksel’e her zaman her yerde devlet millet işlerine ciddiyetle sarılanları; fakir fukara garip gurabaya şevkatle el uzatanları örnek alalım. “Ne günlere kaldık ey gaziyi hünkar..” diye başlamayalım, bu dizenin sonunu asla yazmayalım. Kısacası ciddi olalım efendiler beyler, ciddi olalım dostlar arkadaşlar.
**
Nereden çıktı bu “ciddiyet işi de..” demeyin.Onu ciddiyetle kavrayalım yeni yılın ilk sabahına buyur edelim. Onun gerçekten ciddi bir devlet ve siyaset adamı olduğunu artık görelim.
Demokrasiyi amaç değil araç kabul ederken de ciddi,İstanbul imamıyım derken de.Baleyi dansı fuhuş sayarken ciddi. Tesettürü türbanı siyasal simge sayarken ciddi.Birden çok kadınla evliliğin İslam’ın gereği olduğunu söylerken de ciddi, zinayı suç sayarken de.
Kadın deyince de ciddi yani.
Kılıçlar kelle koparmayı eleştirenleri İslam’a karşı olmakla suçlarken ciddi.İslami terör tanımını içine sindiremediğini söylerken ciddi.
Şarap içenlerin cayır cayır yanacağını söylerken de ciddi. Bakanlar kurulunu Sivas Kongresi’nin toplamasına karşın , diri diri yakılan 37 insan için tek söz etmezken de ciddi.
Yakma deyince de ciddi yani.
Adı yolsuzluğa karışan cemaat arkadaşlarına milletvekili dokunulmazlığı kazandırırken ciddi.Oğlunun sünnetinden, kızının düğününden servet sahibi olurken ciddi. Alman Başbakanına “sen ne maaş alıyorsun..?” diye sorarken de, ticaret yapmasa/ gofret-gazoz satmasa geçinemeyeceğini söylerken de ciddi. Türkiye’nin Irak politikasını 8,5 milyar dolar kredi karşılığında satarken de,IMF’ye üç yıllık kulluğa evet derken de ciddi.
Ekonomi deyince de ciddi yani.
**
Şimdi dilerseniz yeni yılının ilk gününe büyük bir ciddiyetle sarılalım. Yeni yılın ilk gününde “yeninin ne olduğunu..” büyük bir ciddiyetle bir kez daha düşünelim.
Şekeri nemlendiren, pirince bulgura taş koyan, odunu ıslatan, süte su katan, benzine gaz, gaza su karıştıran,yeni diye diye kandırılan yüce halkımızın yeni yılını, yeni umutlarla, yeni dileklerle kutlayalım.

Erbil Tuşalp
erbiltusalp@birgun.net 01/01/05

Samstag, 1. Januar 2005

Kasabanın semercisi ölmüş...

Yeni gelen semerci işin acemisiymiş.
Yaptığı kötü semerler yüzünden bütün eşeklerin sırtı yara olmuş.
Eşekler başlamış semercinin ölmesi için dua etmeye..
Sonunda dualar kabul olmuş. Semerci ölmüş.

Ne var ki yerine gelen daha da acemiymiş. Eşekler yeniden duaya başlarken biri demiş ki:

Yahu arkadaşlar anlaşıldı ki semercinin iyisi gelmeyecek... Semerci ölsün diye dua etmenin anlamı yok..."

-"Peki ne yapalım?"

-"Allah'a bizi eşeklikten kurtarması için dua edelim."

Freitag, 31. Dezember 2004

Yeni Yıla Girerken…

Ah! Bilmez değilim, yeni yıl geliyor diye insanın yüreği pır pır etmeye başlar… Sanki geride kalan, geçip giden bir yılla, üzüntüler, sıkıntılar, endişeler, yokluklar, kötülükler, haksızlıklar da geride kalacak…
Sanki bir şeyler değişecek… Sanki ufkumuzu daha ötelere taşıyacağız…Sanki denizlere, nehirlere yeni sular dolacak… Yeni sularda, yeni rüzgarları sırtlayıp, yeni hedeflere pupa yelken dümen kıracağız sanki… Yeni ışıklar… Yeni umutlar… Sanki…
Belki alışkanlıktan, belki umudu diri tutmaya sonsuz gereksinimiz olduğundan sürdüreceğiz “sanki”leri…
Oysa… Oysa biliyorsunuz, değişen bir şey yok, sayılardan ve takvim yapraklarından başka. Ancak biz değiştirirsek, değişecek olandan başka…
Yani yeni yılda da farklı dünyalar arasında parçalanıp duracağız, kırılan dağılan parçalarımızı bir araya toplamaya çalışacağız.

Sevgili Okurlar, hepinize sevdiklerinizle birlikte, mutlu, sağlıklı, keyifli, yaratıcı, üretken, çok sesli, çok renkli, her tür şiddetten, baskıdan, sömürüden, eşitsizlikten, bağnazlıktan, haksızlıktan arınmış bir yeni yıl diliyorum.
Zeynep Oral

Donnerstag, 30. Dezember 2004

Nazim´dan

"Ölebilir yüzünü bile görmediği insanlar için / hem de hiç kimse onu buna zorlamamışken / hem de en güzel, en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiği halde..."

SOL MU DEDİNİZ...

Sol neden başarısız?
En çok karşılaştığım sorulardan biri bu. Genel olarak baktığınızda, solun, toplumun çoğunluğunun çıkarlarını savunduğunu söylemek yanlış olmaz. Sol her zaman bağımsızlık, barış, demokrasi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, dayanışma gibi evrensel insani/toplumsal değerlerin savunucusu olmuştur. Uzunca bir tarih kesiti açısından baktığınızda pek çok konuda haklı çıktığı da görülmüştür.
Evet, buna rağmen sol başarısız ve toplumun dünya çapındaki neo liberal dalga doğrultusunda büyük bir alt üst oluş süreci içine girdiği bu gün de etkisiz durumda. Solun dibe vurduğu bir noktada, sol adına hayata geçirilmeye çalışılan bütün projeler zorlanıyor.
Sanırım hepimizin mecburen mutabık olduğumuz tek şey de bu.
Bunun nedenlerine gelince, kuşkusuz hepimizin anlatacak bir yığın ve çoğu da haklı hikayelerimiz vardır. Tabii benim de...
Yılın bu son yazısında maksadım bu sorunun nedenlerini uzun boylu tartışmak, teorik izahlar yapmak falan değil; sadece bu konuya dair kendi hikayelerimden küçük bir bölümü sizlerle paylaşmaktan ibaret.

Bu ülkede solun ve halkın başına gelen en büyük kötülüklerin başında 12 Eylül gelir. Bir askeri darbe kararı alındığı 12 Eylül'den aylar önce biliniyordu. Arkadaşlar o dönemde faaliyet yürüten yirmi kadar sol örgüt temsilcisiyle bu bilgiyi paylaştılar. (Bu insanların hepsi şimdi hayatta.) Böyle bir darbeyi engellemek için ne yapılabilirdi? En azından darbecilerin işini kolaylaştıracak eylemlerden kaçınılabilir, ortak kitlesel eylemler yapılabilir, önlemler alınabilir miydi?
O tarihten sonra 12 Eylül oluncaya kadar sekiz ay geçti. O arada sol ne yaptı dersiniz? Bu güne kadar kimsenin üstüne alınmak istemediği bu tür soruların yanıtını bulmak için o günlerin tarihini hatırlamak yeterli.
Faşist bir darbeye karşı ortak önlemler alma konusunu kimse ciddiye almadı. Bazılarımız "Faşizm geliyor diye pasifizm öneriyorlar" biçiminde yazılar yazdı. Türkiye tarihinin en karanlık dönemini başlatan bir faşist darbeye beş kala, bırakın bunu önlemek için ortak önlemler almayı, sol gruplar birbirlerine karşı şiddetli bir mücadele ve rekabet içine girdi. Herkes kendi başarısını başkasının başarısızlığında aradı, diğerinin başarısını kendi başarısızlığı olarak algıladı. Askeri darbeden önceki bir iki ay içinde, solun kendi iç çatışmaları, ayrışmaları en üst düzeye çıktı. Sol içi çatışmalardaki ölümler en çok o dönemde oldu. Bunun bir rastlantı olduğunu düşünmek mümkün değil.
Bu durumu önleyebilmek için o dönemde sol gruplar içinde taraf sayılmayacak kişilerden yardım istedik. Çünkü solcular bir birlerini dinleyecek durumda değildi. M. Belge ve M. Belli bir çağrı metni yayınlamayı kabul ettiler. Metnin son hazırlıkları yapılırken, 11 Eylül'de akşam üzeri M. Belge'nin beni aradığını bildirdiler. Metinle ilgili bir şey konuşacağımızı düşünerek yanına gittiğimde bana "geldiler" dedi. Birlikler çoktan harekete geçmiş, darbe başlamıştı.
Sonrasını herkes biliyor.
12 Eylül'den sonra kafama en çok takılan sorulardan biri, gelişini önceden herkesin gördüğü, hani bizim de neredeyse davul zurna ilan ettiğimiz 12 Eylül darbesinin, önlenip önlenemeyeceği sorusu olmuştur. Aynı soru çeşitli röportaj ve söyleşilerde de soruldu bana. Birgün gazetesinin Pazar eki için yapılan bir söyleşide de bu soruyu "Bence önlenemezdi. Genel olarak sol olsun, o dönemde en geniş topluluğu oluşturan kesim olarak biz olalım, 12 Eylül'ü önleyebilecek, yani Türkiye'ye karşı dünyanın en büyük güç merkezleri ve onun denetimindeki baskı güçlerinin tezgahlarını, oyunlarını bozabilecek donanımda, yetkinlikte olgunlukta değildik" diye yanıtlamıştım.
Bu yüzden, sol deyince "kabahatin çoğu sende sevgili kardeşim" diyen Nazım gelir aklıma.
Şimdi 12 Eylül'den sonra bir çeyrek yüz yıl geçti. Dünya da Türkiye de çok değişti. Sol deyince, işe bir de bu yönden bakmak, "sol ne kadar değişti" diye de sormak gerekiyor. Çünkü sol değişen çağı doğru yorumlayabildiği kadar, kendisini başarısızlıklara mahkum eden geçmiş yanlışlarından da uzaklaşabildiği oranda başarıyı hak edecek.
Yılın bu son yazısını yazarken, bu umudun pırıltılarını da görebiliyorum, eski hastalıkların (insanların internet sitelerinde birbirini maillerle öldürmeye çalıştığı) traji komik örneklerini de...
Yeni yılda hepimize, umutlarımızı ve sevgilerimizi büyüten güzellikler diliyorum.

Oğuzhan Müftüoğlu 30/12/04 - www.birgun.net

Mittwoch, 29. Dezember 2004

Sevgili anneciğim, Sevgili babacigim,

Bütün duygu ve düsüncelerimi dile getirebilseydim, size sunlari söylemek
isterdim:
Sürekli bir büyüme ve degisme içindeyim. Sizin çocugunuz olsam da, sizden
ayri bir kisilik gelistiriyorum.
Beni tanimaya ve anlamaya çalisin.
Deneme ile ögrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda,
arkadaslikta ve ugrasilarimda özgürlük taniyin.

Beni her zaman her yerde koruyup horlamayin. Davranislarimin sonuçlarini
kendim görürsem, daha iyi ögrenirim.
Birakin, kendi isimi, kendim göreyim. Büyüdügümü baska nasil anlarim yoksa.
Büyümeyi çok istiyorsam da, ara sira yasimdan küçük davranmaktan kendimi
alamiyorum. Bunu önemsemeyin, ama beni simartmayin da.

Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istedigimi elde edemeyecegimi biliyorum.
Ancak siz verdikçe, almadan edemiyorum.
Bana yerli, yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmayinca, sizlere güvenim
azaliyor. Bana kesin ve kararli davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptigimi
görünce beni sinirlayin. Koydugunuz kurallar ve yasaklarin hepsini
begendigimi söyleyemem.

Ancak, hiç kisitlamayinca, ne yapacagimi sasiriyorum. Tutarsiz
davrandiginizi görünce, hem bocaliyor, hem de bundan yararlanmadan
yapamiyorum. Ögütlerinizden çok, davranislarinizdan etkilendigimi unutmayin.
Beni egitirken ara sira yanlislar yapabilirsiniz. Bunlari çabuk unuturum.
Ancak birbirinize saygi ve sevginizin azaldigini görmek beni yaralar ve
sürekli tedirgin eder. Çok konusup, çok bagirmayin. Yüksek sesle
söylenenleri ben pek duymam. Yumusak ve kesin sözler bende daha iyi bir iz
birakir. "Ben senin yasindayken" diye baslayan söylevleri hep kulak ardina
atarim. Küçük yanilgilarimi büyük suçmus gibi basima kakmayin. Bana yanilma
payi birakin. Beni yaramazliklarim için kötü çocukmusum gibi yargilamayin.
Yanlis davranisim üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin.
Suçumu asmadigi sürece, cezama katlanabilirim. Beni dinleyin. Ögrenmeye en
yakin oldugum anlar, soru sordugum anlardir. Açiklamalariniz kisa ve özlü
olsun. Beni yeteneklerimin üstünde islere zorlamayin.

Ama basarabilecegim isleri yapmami bekleyin. Bana güvendiginizi belli edin.
Beni destekleyin, hiç degilse, çabami övün.

Beni baskalari ile karsilastirmayin. Umutsuzluga kapilirim. Benden yasimin
üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kurallari birden ögretmeye kalkmayin.
Bana süre taniyin. Yüzde yüz dürüst davranmadigimi gördügünüzde ürkmeyin.
Beni köseye sikistirmayin. Yalana siginmak zorunda kalirim. Sizi çok
bunaltsam da, sogukkanliliginizi yitirmeyin. Kizginliginizi hakli
görebilirim, ama beni asagilamayin. Hele baskalarinin yaninda onurumu
kirmayin. Unutmayin ki, bende sizi baskalarinin önünde güç durumda
birakabilirim. Bana haksizlik ettiginizi anlayinca, açiklamaktan çekinmeyin.
Özür dileyisiniz, size olan sevgimi azaltmaz, tersine, beni size daha çok
yaklastirir.

Aslinda ben sizleri oldugunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanilmaz
ve erisilmez göstermeye çabalamayin. Yanildiginizi görünce üzüntüm büyük
olur. Bana verdikleriniz yaninda benden istetediklerinizin zor olmadigini da
biliyorum. Yukarida siraladigim istekler size çok geldiyse, bir çogundan
vazgeçebilirim, yeter ki beni ben olarak seveceginize olan inancim
sarsilmasin. Benden "Örnek çocuk" olmami istemezseniz, ben de sizden
kusursuz anne-baba olmanizi beklemem, severek ve anlayisli olmaniz bana
yeter. Sizin çocugunuz olarak dogmak elimde degildi. Ama seçme
hakkim olsaydi, sizden baska kimsenin çocugu olmak istemezdim.

Sizi seviyorum.
Çocugunuz.

ALMANYA'DA ÇÖPÇÜLERİMİZ

Nasıl geçtin de boz bulanık sellerden?
Haberim mi aldın esen yellerden?
Yadigar mı da geldin bizim ellerden?
Gül-ü reyhan gibi koktun birader
Gül-ü reyhan misali koktun birader

Gün ışır ışımaz, alın yazımız parlar,
Ne alın yazısı, el yazısı be!
Sökemeyiz ki biz, ilkokul aydınlığı bile gösterilmeyenler
Biz, pis yöneticilerin mutsuz kişileri,
Süpürürüz yaban ellerin sokaklarını; pis el, pis yürek!

Sığmazken atalarımız güne,yarına,
Düşmüşüm ben, düşmüşüm ben el kapılarına

Daha üçyüz yıl önce, omuzlarımızda gök yarısı bayraklar
Eğilirdi bu ülkenin burçları uygarlığımıza,
Şimdi ta Bünyan'daki üç çocuk, ağızları açlıkla büyümüş
Şimdi ta Ereğli'deki dört çocuk, gözleri açlıkla iri iri
Alır karanlıklar ardından göderdiğim kara lokmasını

Sığmazken atalarımız güne,yarına,
Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben el kapılarına

Ne duruyoruz be kardeş, aylık bin yeşil mark
Varalım dağılalım kartal Anadolu'dan yeryüzüne
Beyler altın uykularından uyanmak üzere, haydi
yollarını temizliyelim
Al güneşten bile utanmadan; pis el, pis yürek

Sığmazken atalarımız güne, yarına,
Düşmüşüm vay, düşmüşüm ben el kapılarına

Söz:Fazıl Hüsnü Dağlarca

Okulu anlamanın ve anlatmanın yolu

yine Eyüpoğlu ve şiirinden geçiyor;

"En azından üç dil bileceksin/ En az üç dilde düşünüp rüya göreceksin/ En azından üç dil/ Birisi ana dilin, elin ayağın gibi senin/ Ana sütü gibi tatlı, ana sütü gibi bedava/ Ninniler, masallar da caba/ Ötekiler yedi kat yabancı/ Her kelime aslanın ağzında/ Her kelimeyi dişinle tırnağınla/ Kök sökercesine söküp çıkartacaksın/ Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek/ Her kelimede bir kat daha artacaksın/
En azından üç dil bileceksin/ En azından üç dilde/ Canımın içi demesini/ Canım ağzıma geldi demesini/ Kırmızı gülün alı var demesini/ Nerden ince ise oradan kopsun demesinı/ Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini/ İnsanın insanı sömürmesi, rezilliğin dik alasıdır demesini/ Ne demesi be.../ Gümbür gümbür gümbürdemesini becereceksin..."

Dienstag, 28. Dezember 2004

Günün sözü

Hasreti hesaba katmayan yolcunun pusulası, hep geldiği yolu gösterir.

Eşek hikâyesi

Vaktiyle bir büyük bostan, bostanın da ortasında bir kocaman bostan kuyusu vardı. Kuyunun dolabını bir eşek çevirirdi. Sağı solu görüp aynı yerde döndüğünü anlamasın diye, eşeğin gözlerinin her iki yanına siperlik takmışlardı.


Bostancı, her sabah eliyle yoklayarak, tartarak bakardı patlıcanlara, kabaklara, domateslere. Sonra kıvama gelmişlerini bir güzel koparıp toplar, küfelere doldururdu. Öyle gür, öyle bereketliydi ki kuyudan eşeğin çıkardığı su; o bostandan yetişen her şey, bütün pazarlarda kapışılarak satılırdı. Ve bostancı boşaltınca dolu küfelerini, bir sigara yakar, cebindeki paraları okşayarak eve dönerdi.
Ve eşek dönerdi.
Dön eşek döööön, dön eşek dön.

***

Eşek, sadece bostandaki kötü, sararmış otları yerdi. Söküp söküp sadece onları verirlerdi eşeğe. Bostancı ise, pazara gitmeden eve ayırdığı patlıcanları yerdi, domatesleri, kabakları, fasulyeleri yerdi.
Bazen düşünürdü bostancı:
- Şu eşek bir bilse ki, derdi, yol gidiyorum diye, hep aynı yerde dönerek çıkardığı suyla oluyor bunlar; vazgeçer de verdiğim kötü, sararmış otları yemekten; hak ister körpe fasulyelerden.
Sonra da gülerdi:
- Alt tarafı eşek bu, gözleri de kapalı; nereden bilip anlayacak ne yaptığını.
Gerçekten hiçbir şeyin fakında değildi eşek.
Dön eşek döööön, dön eşek dön.

***

Bir gün bir haşarı çocuk uğramıştı bostana. Çaktırmadan bostancıya, çıkarıvermişti eşeğin göz siperliklerini. Eşek sağa bakındı, sola bakındı, bir - iki döndü ve anlayınca yıllardır aynı yerde döndüğünü, sıkıldı canı, durdu. Eşek durunca, gıcırtı durdu, dolap durdu, su durdu.
Yavaşladı patlıcanlara, kabaklara, domateslere gelen su, kurudu.

***

Öye kızdı ki bostancı görünce bunu:
- Höst ulan deeh, eşşşek oğlu eşek yürü...
Elinde sopayla koştu eşeğin üzerine. Vurdu sırtına, vurdu kafasına. Bir sallandı, iki sallandı eşek, tınmadı. Neden sonra fark etti ki bostancı, biri çıkarmış eşeğin gözündeki bağları. Görmüş eşek etrafı.
- Ulan hangi namussuz, hangi deyyus, hangi it yaptı bunu. Çocuk kıskıs güldü uzaklardan.
Yeniden taktılar siperlikleri eşeğin gözlerine. Verdiler sopayı, verdiler sopayı.
Eşek başladı yine dönmeye, ama isteksiz.
***
Hala döner eşek, gıcırdar dolap, çıkar su... Ama bilir artık eşek, işin ne olduğunu.
Ve sık sık başını kaşır bostancı:
- Ulan öğrendi eşek ne yaptığını.
Döner, döner eşek isteksiz. Büyür patlıcanlar, domatesler...
Dön eşek döööön, dön eşek dön.

· Çetin ALTAN’dan

RAHAT BIRAKIN KARADENİZİ!

Asfalt dökmeyin Karadeniz'e, gelemesin bar tayfaları, rahat bıraksınlar uşakları. Çekip arabaları barların önüne tartışmasınlar memleket meselelerini, başka yerlerde içsinler içkilerini, başka yerlerde yaşasınlar vıcık vıcık ilişkilerini.

Oranın da içine etmeyiversinler.Yeni Bodrum'lar yaratılmasın Karadeniz'de. "Techno sound" ile değil, zerdali kemençe sesleri ile inlesin Görele pazarı.Karadeniz insanı yine tertemiz kalsın, gelinlik kızlar toplasın çayları çay sürgünlerinde, her biri sevdalı kızlar çay bahçelerinde. Fındık sepetlerinin arkasında tertemiz gülüşler yer alsın yeni banknot resimlerinde."Jet Ski"leri değil takaları beklesin kızlar.

Hamsiler çırpınsın ağlarda, şiir yazsın başbakanlar, bakıp allı yeşilli takalara.Karadeniz yemyeşil kalsın, Fırtına Deresi gürül gürül aksın,Karadeniz'i nasıl bulduysanız öyle bırakın.Taş ekmek süslesin sofraları, uzun eğri burunlar paylaşsın sizinle mısır ekmeğini. Yerler gıcırdasın yürürken, konuk olduğunuz ahşap evde, güzelim mezerede.

Bukalemun gibi dolaşın Karadeniz'de, başınızda yaşmak, tumeniniz gevşek.Çıplak ayaklarınızla basın yeşil otlara harmanda, dere kenarlarında görün hayatınızın düşlerini.Ansızın bir yağmur bastırsın, sırılsıklam olun...Yayla şenliklerinin yerini almasın havuzda itişmeler, yüzlere çarpılan pastalar, sahte kahkahalar.Havaalanı da yapmayın Karadeniz'e. Yazın; çekik gözlü, minicik kameralı turistler de oraya gelmeyiversin. Satmayıversin Karadeniz'li sahip olduğu en değerli şeyi bir avuç Dolar'a, bir avuç Alman Mark'ına. Bir tek parası eksik olsun inanılmaz zenginliğinin.

Hafta sonu kaçamakları süslemesin magazin sayfalarını. Pazar ilçesinde objektife yakalanmış, sanki çekilmesini istemiyormuş gibi işaretler yapan bir takım cici beylerin, cici hanımların fotoğrafları yer almasın Pazar eklerinde.

Giresun'da "Kızlar kahvesi"nden söz etsin türküler. "Bar" deyince akla "Barbar Bar" değil Artvin'in "Atabarı", "... buray baba evidur, tahtaları kevidur..." sözleri gelsin.Uşaklar horon tepsin uy Tirabzon'da. "Heyamola heyamola, helessa yelessa" nakaratı işitilsin Sinop'ta.Sızlatmayın Çamlıhemşin'in Kale köyünden, kısacık boylu Nokta Ana'nın kemiklerini.Kocasını da bir savaşta kaybetmiş olan, Kırım savaşına gidip, orada vurularak ölen tek oğlu Ahmet'i almaya Kırım'a tek başına giden, mezarını bulup köyüne getiren Nokta Ana'nın kemiklerini.Bu işin, daha önce gördüğüm bu filmin sonunu çok iyi biliyorum.Ümitsizçe haykırıyorum, Karadeniz gibi çırpınıyorum: rahat bırakın Karadeniz'i.Yazan: ??

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren
development